5 Şubat 2012 Pazar

SAVUNMAMDIR-1


SAVUNMAMDIR-1



 
1992 yılında HEP (Halkın Demokrasi Partisi) kongresinde yaptığım konuşma dolayısıyla  açılan davaya karşı yaptığım savunmam…




ANKARA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA


ESAS NO    : 1992/120

ÖZÜ      : SORGU İFADEMDİR


   Sayın Mahkeme Heyeti,

   19.09.1992 tarihinde yapılan HEP 2. Olağanüstü kongresindeki konuşmamdan dolayı heyetinizin karşısında bulunmaktayım.

   Gerçi mahkeme heyetiniz bizi yargılamadan önce boyalı basın, Ankara DGM Başsavcısı Hasret DEMİRAL, Başbakan Süleyman Demirel bizleri yagıladılar.

   20.09.1992 günü yayınlanan manşetlerine bir bakalım.

   Meydan: “Ankara’da Çirkin Manzara”

   Zaman: “HEP Kongresinde PKK şov”

   Bugün: “HEP Çizmeyi Aştı”

   Milliyet: “Sanki PKK Kongresi”

   Tercüman: “HEP Kongresinde Vatana İhanet Suçu”

   Günaydın: “HEP Kongresi Dava ile Geldi”


   Hürriyet: “HEP Maskeli PKK Kurultayı”gibi manşetler atıldı. İddia makamı bu manşetleri iddianamesine alarak bu davayı meşru göstermek istemiştir. Oysa bu manşetler davanın meşruluğunu değil, şövenist basının yönlendiriciliğini kanıtlıyor. Tercüman gazetesi ile davanın açıldığı maddenin çakışması da, iddia makamının tercihini hangi düşünceden ilham alarak yaptığının kanıtıdır. 20 Eylül’de yayınlanan Günaydın Gazetesi “HEP Kongresi dava il geldi” diyor. Davanın açılış tarihi çok ...raki bir tarihtir. Günaydın gazetesi kongrenin yapıldığı 19.09.1992 tarihinde davanın açıldığını haber veriyor. Bu nasıl dava ki kongrenin yapıldığı gün davanın açılmasına karar veriliyor? Yoksa bu davanın açılmasına kongre yapılmadan önce mi karar verildi? Veya MGK’nın Diyarbakır toplantısında alınan karar mı uygulandı?



  



 Kamuoyunda bizim yasallığımızı sorgulamaya çalışan mantık, bu toplantıda da tecelli etmiş, sorgulanmış ve bizim PKK’ya destek verdiğimiz kararına varılmıştır. Bu davanın adı geçen toplantıyla ilgisi bir yana herkesçe bilinen bir gerçek vardır. O da MGK’nın ülke yönetiminde büyük bir etkinliğinin olduğudur. MGK’nın aldığı tavsiye kararlarından hiçbirinin reddedilmediğidir. Bizim PKK’ya arka çıktığımız kararına varan MGK’nın kararının gerekleri mi uygulanıyor?

  

   Ankara DGM Başsavcısı Sayın Nusret Demiral, dava açılmadan en az 10 gün önce(10.11.1992) Basına açıklamasını yaptı. Dvanın TCK’nın 125. maddesinden açıldığının müjdesini verdi. Bu demeç bütün basın ve haber bültenlerinde yayınlandı. Böylece soruşturmanın gizlilik ilkesini de ihlal etmiş oldu. Tıpkı bizim ve milletvekillerimiz için “Bunların kimlerin destekçileri oldukları biliniyor” dediği ve bizi yargıladığı gibi.

  

   Başbakan ise “... Savcılarımız, Mahkemelerimiz var” diyerek işaret verdi. Kısacası bu dava basının yönlendirmesi, Sayın Nusret Demiral’ın partimize bakış açısı, Başbakan’ın bir nevi talimatı sonucunda açılmıştır. Önyargılara dayanan bir davadır. Ve bu dava hukuki bir dava değil, siyasi bir davadır. Siysi tercihlerin ürünüdür.



   Bizler, emniyetin telefon çağrısına uyarak, kendi isteğimizle emniyete gittik. Ama 10 gün gözaltında tutulduk. T.C. Tarihinde yasal parti yöneticilerine(Askeri rejim dönemleri hariç) yapılan ilk uygulamadır. Merak ediyorum: Böyle bir uygulamanın sebebi ne idi? Yoksa daha önce alınan “Özel bir kararın” uygulanması mıydı? İşin en ilginci de daha biz gözaltında iken cezaevinde yerlerimizin hazırlanmasıydı. Bu nasıl izah edilebilir?




 Sayın Yargıçlar;



   Savcılığın TCK’nın 125. maddesinde ısrar etmesi birşeyi ifade etmiyor mu? Yedek Hakimliğin 3713 sayılı yasadan bizi tutuklamasından sonra Savcılık davayı yeniden 125. maddeden açtı. Ancak bizim hangi silahla hangi eylemi gerçekleştirdiğimiz belirtilmemiş. Dilimizin hangi silahın yerine kullanıldığını bilmiyoruz. Kongre salonunun ise hangi silahlı eylem alanı olduğu belli değil. Bu yasadışı sayılan kongremizi devletin bir resmi dairesi olan Seçim Kuruluna dilekçe verilerek, Valiliğe müracaat edilip salon, yine bir resmi devlet dairesi olan Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünden kiralandı.

   Biz, “Devletin topraklarının bütününün veya bir bölümünün hangi yabancı devletin egemenliğine girmesine çalışmışız”. Bu da belli değil.

  

   Bu iddianamedeki bir zorlama var. İddianame eşi görülmemiş abartıya, önyargıya dayandırılıştır. Abartıdan ve önyargıdan da öte uyduruk iddialarla doludur. Gerçeklerle bağdaşmıyor, gerçeği yansıtmıyor. Zorlama çabalarının nedeni de önceden hazırlanmış bir senaryonun uygulama alanına konmasıdır. Davanın TCK’nın 125. maddesinden açılmasının en büyük nedeni de HEP’lilere gözdağı vermektir. Korkutmak ve yıldırmaktır.



    DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ KISITLANAMAZ 



  İdam istemine neden olan benim genel sekreter Yardımcısı olduğum HEP’in kongresindeki konuşmamdır. Bir konuşmanın, düşünce belirtmenin, bizden önce var olan, bizim yaratma ...ımız bir sorun hakkında çözüm önerisinde bulunmanın “Devletin birliğini bozmaya, devlet hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik eylem...” sayılamaz. Bu iddiayı bir konuşmayla nasıl gerçekleştirdiğimiz açıklanmamış. Bu kadar büyük bir iddia bir konuşmayla gerçekleşecekse, zaten kimsenin yapabileceği bir şey kalmamış demektir. “... Devlet idaresi altındaki bir kısım,...” denilen yer, toprak parçası, coğrafya çok zayıf bağlar mı diğer parçaya bağlıdır ki bir konuşmayla bölünsün? Dünyada böyle bölünen bir toprak parçası var mıdır?



   Adı geçen kongremizde ben, Büyük Kurultay delegesi olarak konuştum. Düşüncelerimi açıkladım. Önerilerimi sundum. Bu düşüncelerimi “Zorla kimseye kabul edeceksiniz” demedim. Kabul etmek zorundasınız, kabul etmezseniz cezaevine atarım, işkence yaparım, idam ederim de demedim. Benim söylediklerim düşüncelerimdi. Ben böyle düşünüyorum. Herkes benim gibi düşünmek, düşüncelerime katılmak zorunda değil. Bende başkalarının düşüncelerine katılmak zorunda değilim. Örneğin; Ben İddia Makamı gibi düşünmüyorum. Onun gibi düşünmüş olsaydım burada olmayacak, yargılanmayacaktım.


   Düşünce özgürlüğü, her türlü düşüncenin serbestçe konuşulup, tartışılmasını gerektirir. Düşünce ifade ve anlatım özgürlüğünün olduğu bir ülkede “... Şöyle düşünebilirsiniz, şöyle düşünemezsiniz...” diye bir kural olmaz. Bazı düşünceler serbest, bazıları yasak olmaz. Düşüncenin özgür olması tüm düşüncelerin özgür olmasıyla gerçekleşir.
 

   Türkiye’de resmi ideolojiyi savunmak serbest, tersini savunmak yasaktır. Herkesin resmi ideolojiyi savunması isteniyor. Bütün insanların iktidar gibi düşünmesi isteniyor. Çağdaş toplumlarda her türlü fikir serbestçe savunulur. Devlet hiç kimseye “... Sen benim gibi düşünmek zorundasın...” demez. Bu toplumlarda devlet gibi düşünmeyenlerde düşüncelerini söyler. Ve hiçbir cezai müeyyide uygulanmaz. Tek tip insan isteyen toplumlarda düşünce özgürlüğünden bahsedilemez. Düşünce özgürlüğünün olduğu toplumlar, düşüncelerin tartışılmasını engellemez, teşvik eder. Tüm düşünceler birbirlerini ikna yöntemiyle etkilemeye çalışırlar. Bana doğru gelen, başkasına yanlış gelebilir. Sizin doğru bulduğunuz ideoloji bana yanlış gelebilir. Bu gayet doğaldır. Doğal olmayan şudur: İktidar sahiplerinin muhalefet düşüncesini yasaklaması ve kısıtlamasıdır. Cezai müeyyidelerle sindirmeye çalışmasıdır. Oysa tersi savunulmayan bir düşünce çağdaş değildir.


   Türkiye’nin de imzaladığı Paris Barış şartı düşünce özgürlüğü ile ilgili şunları söylüyor: “... İnsan Hakları ve Temel özgürlükler tüm insanların doğumları ile birlikte iktisap ettikleri vazgeçilmez haklardır. Ve yasalarla garanti altına alınmışlardır. Bunların korunması ve geliştirilmesi devletin başta gelen görevidir... Demokrasinin temelinde insana saygı ve hukuğun üstünlüğü yatar. Demokrasi, ifade özgürlüğünün toplumun her kesimine karşı hoşgörünün ve herkes için fırsat eşitliğinin en iyi güvencesidir...” Paris Şartını imzalayan Türkiye “...Ayrım gözetmeksizin, herkesin düşünce, vicdan, din  ya da inanç ve anlatım özgürlüğüne, örgütlenme ve toplantı düzenleme özgürlüğüne sahip olduğunu...” kabul etmiştir.
 

   Türkiye Cumhuriyet yöneticileri sık sık TCK’nın 141,142,143,163 gibi düşünce özgürlüğünü kısıtlayan ceza maddelerini kaldırdığını iddia ediyorlar. Ve bununla övünülüyor. Ancak bu maddelerin tümü Anti-terör yasasının içine başka cümlelerle monte edilmiştir. Örneğin, eskiden TCK’nın 142/3 maddesine muhalefetten yargılanan basın-yayın organları, yazarlar ve politikacılar, düşünürler Anti-Terör yasasının 8/1 maddesine muhalefetten yargılanmaktadırlar. Sosyolog Doktor İsmail Beşikçi eskiden “Türklerin manevi şahsiyetini zayıflatmaktan” şimdi ise, “Bölücülük propagandasından” yargılanıyor. Aynı tas, aynı hamam. Değişen, cezaların arttırımı ve yüz milyonlarca para cezasını eklenmesidir. Bizde düşünce özgürlüğünün bir gereği olarak düşüncelerimizi açıkladığımız için yargılanıyoruz. “Konuşan Türkiye’de” konuştuğumuzdan dolayı yargılanıyoruz.

   

KATILIMCILIK VE ÇOĞULCULUK EN TEMEL DEMOKRATİK HAKLARDANDIR




   Biz, düşüncelerimiz ve önerilerimizle demokratik yaşama katkıda bulunmaya çalışıyoruz. İnsanların, partilerin, sendikaların, derneklerin yönetime katılmaları demokrasinin en temel haklarındandır. Bizde fikirlerimizle demokratik yaşama katkıda bulunuyoruz. Bu bir görevdir. Bu görevin yerine getirilmesinin engellenmesi demokratikleşmeyi engeller. Çağdaş demokrasilerde bırakalım partileri 10 üyeli dernekler, küçük vakıflar bile ülke yönetimine katılırlar. Yönetim üzerinde etki kurarlar. Şimdilik azınlık olan düşüncelerine taraftar toplar, iktidarın uygulamalarını etkilemeye çalışırlar. Bunlar çoğulculuk ilkesinin gereğidir. Demokrasi tek sesli rejim değildir. İktidardakilerin ve devlet yöneticilerinin istediğini yaptığı, muhalefetin baskı altında tutulduğu bir rejim asla değildir. Muhalefet ve azınlığında çoğunluk durumuna gelip, iktidar olma yollarının tıkanmadığı açık rejimdir. Her kurum, kuruluş ve kişinin yönetime katıldığı rejimdir. Çoğulculuk demokrasinin en temel ilkelerinden birisidir. Bu ilke hiç kimse tarafından yok sayılamaz. Çok seslilik ve çoğulcu, ...luk herkesin birbirine fikirlerini anlatabilmelerini gerektirir. Bir ülkede ne kadar fikirler serbestçe tartışılabiliyorsa, demokrasi o kadar gelişir.
 

   Demokrasiyi hiç kimse, yalnız kendisi veya kendisi gibi düşünenler için istememelidir. Demokrasi herkes için istenmeli, hatta sizin gibi düşünmeyeler, zıtlarınız için istenmelidir.
 

   HEP demokrasinin çoğulculuk ve katılımcılık ilkelerinin bir gereği olarak kurulan, henüz iki yaşında bir partidir. Ancak, farklı düşünmenin, resmi ideolojinin tersini söylemenin bedelini çok pahalı ödüyor. Kurulduğu günden bu yana bütün engelleme ve baskılara rağmen, basının, TRT’nin çarpıtma, yanlış gösterme, savcıların  sık sık dava açmalarına karşın büyüyor. Kontrgerillanın öldürme ve yaralamalarına rağmen büyüyor. Ama HEP’in büyüklüğü oy tabanıyla sınırlı değildir. Türkiye’de konuşulmayan, tabulaşmış sorunları konuşup, tartışarak, bu sorunlara çözüm önerileri sunarak büyük olmuş bir partidir. HEP’in programına koyduğu birçok sorun bugün başkaları tarafından tartışılıyor. İki yıl öncesinde “Kürt Sorunu” tabu iken, bugün diğer partiler bile kaçınamıyorlar. Bazıları “Kürt Raporları” bile hazırlıyor. Doğru veya yanlış, kendilerince çözüm öneriyorlar. Ama genellikle çözümleri askeri çözümdür. Sorunu askere havale etmektir. Bu düzeni demokratikleştirmek diye bir dertleri yoktur.
 

   Genel politikaları bu düzeni ve resmi ideolojiyi savunmaktır. Ancak sorun kendisini dayatmıştır. Avrupa, Amerika ve daha birçok ülke bu sorunu tartışıyor. Bu durum karşısında düzen partilerinin sözcüleri de ara sıra bu soruna değinmek zorunda kalmaktadırlar. Yoksa bu sorunu çözmek istediklerinden değil. Eğer sorunu çözmek isteselerdi, bu konuda gerekeni de yaparlardı. Ama yine de bu partilerin sözcüleri “Kürt, Kürdistan, Kürt Sorunu” gibi deyimleri kullanıyorlar. Ama haklarında herhangi bir soruşturma açılmıyor. Onlar nasıl ki bu sorunu gündeme getirdiklerinde yargılanmıyorlarsa, bizler de yargılanmamalıyız. Bizim dışımızdaki siyasal partilere tanınan haklar bize de tanınmalıdır. Kürt Halkının varlığını ve Kürt Sorununa siyasi çözümü ilk defa HEP savundu. O zaman kıyametler koparıldı. Daha sonraları Cumhurbaşkanı, “Federasyonu tartışabiliriz”, Başbakan “Kürt Realitesini tanıdık”, Adnan Kahveci, “Kürtler Milli azınlıktır”, Vahit Halefetoğlu “Geçmişte yok saydık, şimdi varlıklarını kabul ediyoruz”,  .......... Peki, bu yeterli midir?” dediler.





   Tarihte doğruları savunanlar bir çok bedeller ödediler. Ama bugün toplumun tümüne yakını bedel ödüyor. Kimisi canını vererek, kimisi aç kalarak, kimisi de büyük fedakarlılar yaparak ödüyor. Galile’yi mahkum eden Vatikan, 300 küsür yıl sonra hatasını anladı ve Galile’yi affetti. Şimdi öyle bir sorunla karşı karşıyayız ki, bu sorun kısa sürede çözümlenmezse, toplum daha çok bedeller ödeyecek. Bu sorun Kürt Sorunudur. Ve acilen çözümlenmelidir. Şiddet ve askeri yöntemlerle değil, barışçı ve demokratik yöntemlerle çözümlenmelidir. Bu soruna barışçı ve demokratik çözümde gecikilirse daha çok kan dökülebilir. Bugün ortalama günde 20 Kürt veya Türk insanı ölmektedir. Yarın bu sayı daha yukarılara çıkabilir. Bu soruna askeri çözümde diretildiği için insanlar ölmekte, köyler yakılmakta, evler yıkılmakta, ocaklar sönmektedir. Bağlar bahçeler talan olmaktadır. Hayvanlar telef olmakta, insanlar sakat, analar çocuksuz, çocuklar anasız babasız kalmaktadırlar. Her gün insanlar kontrgerilla tarafından katledilmektedir. Tüm bunların nedeni soruna askeri çözümde ısrar edilmesindendir. Biz Kürt sorununa siyasi çözüm bulunabileceğini savunuyoruz. Uluslar arası anlaşmalar dahilinde Kürt ve Türk halklarının eşitliğine dayalı, demokratik çözüm bulunabilir. En akılcı yöntem ve çözüm siyasi çözümdür. İki halkın eşitliğine dayalı demokratik çözümdür.





   Biz, silahların susmasını istiyoruz. Akan kan durdurulmalıdır. Biz, devletin ilk adımı atması gerektiğini söylüyoruz. Çünkü biz siyasal parti yöneticisiyiz ve muhatabımızda devlettir. Bunları devletten istememiz en doğal hakkımızdır.





   Bu sorun Türkiye’nin en önemli sorunudur. Çözmek de devletin görevidir. Sorunun bu kadar büyümesine devlet yanlış uygulamaları ile neden olmuştur. Düzeltmek de devletin görevidir. Böyle bir ihmalin olduğunu bir çok çevre kabul etmektedir. Bu ihmali ve hatayı düzeltmek de hatayı yapana düşer. Eskiden yapılan ve bugünde tekrarlanan hata askeri çözümdür. Daha birkaç gün önce Başbakan Demirel, “Bir daha Kuyucu Murat Paşa ve Dersim olayları olmayacak...” diyerek geçmişte katliamların yapıldığını kabul etmiştir. Evet, Kuyucu Murat Paşa, Dersim ve Zilan katliamları sorunu çözmemiştir. Demek ki askeri yöntemlerle çözülmüyor ve çözülmez de. Öyleyse bundan vazgeçilmeli ve soruna siyasi çözüm bulunmalıdır. Demokratik bir düzende tüm sorunlar çözümlenebilir. “...Kürt Realitesini...” tanıdık diyen iktidar adım atmalıdır. Kürt Sorunu askere havale edilmemelidir. Böyle yapılırsa Kürt halkı da Türk halkı da zarar görür. Ve yönetenler Türk ve Kürt halkına en büyük kötülüğü yapmış olurlar!





   Yargılanmamızın bir nedeni de partimizin kardeşlik ve eşitliğe dayalı çözümünü savunuyor olmamızdır. Askeri çözüme karşı çıkmasıdır. Devletin askeri çözüm düşüncesine katılmadığımız için yargılanıyoruz. Bu düzeni demokratikleştirmek istediğimiz için yargılanıyoruz. HEP ve yöneticilerine yapılan bütün baskıların nedeni budur. HEP’liler bir çok baskıyla karşı karşıyadırlar. Basının bizi ısrarla PKK ile eşdeğer göstermesi, düşüncelerimizi çarpıtması, politikacıların hedef göstermesi sonucu başta Diyarbakır İl Başkanımız Vedat Aydın olmak üzere 30’u aşkın yöneticimiz katledildi. Kaybolan yöneticilerimiz için Başbakan, ve İçişleri Bakanı “Bunlar birbirlerini öldürüyor. PKK’nın iç hesaplaşmasıdır” dediler. Kaybolan HEP Yöneticileri için İçişleri Bakanı “Ya Bekaa Vadisendeler, ya da İstanbul’da sevgilisinin koynundalar...” diye soranlara yanıt verdi. Milletvekilimiz Leyla Zana’nın kaldığı eve polis baskın yaptı, Dargeçit, Cizre, Şırnak, Yüksekova, Esentepe parti binalarımız yerle bir edildi. Binalarda asılı bulunan milletvekili resimlerine binlerce kurşun sıkıldı. Cenaze yürüyüşü yapan polisler “Vur vur inlesin, Leyla Zana dinlesin”, “PKK Mecliste”, “HEP kapatılsın”, “Hep’liler idam edilsin”... gibi sloganlar attılar. Bunlar çoğaltılabilir. En sonunda da gerekli uyarı yapılmadan partimiz hakkında kapatılma davası açıldı. Şimdi ise bizler karşınızdayız.





   Kürt sorununu ilk gündeme getirip, resmi ideoloji dışında çözüm aramanın bedeli budur. Bu davanın esas mantığının altında yatan, Kürt sorununa demokratik çözüm önermemizdir. Bakınız, Kürt Sorunu öyle bir aşamaya gelmiştir ki, diğer siyasi partiler ve basında bu soruna değiniyor. 8 Kasım 1992 günü “... Kültürel çoğulculuk ve Kürt Sorunu” konulu bir panel yapıldı ve 9 Kasım günü basında yer aldı. Adı geçen panele emekli Büyükelçi Kamuran Gürün, SHP Grup Başkanvekili Ercan Karakaş ve ANAP Milletvekili Adnan Kahveci katıldı. Bu paneldeki konuşmaları kısaca aktarmak istiyorum. Emekli Büyükelçi Kamuran Gürün, “... Bugün Türkiye’de yüzlerce Kürt aşireti var. Yaşanan sorunlarda bizimde ihmalimiz var...”, SHP Grup Başkanvekili Ercan Karakaş ise şunları söylüyor: “... Türkiye gelecek yüzyıla büyük sorunlarla giriyor. Ve bunların en önemlisi Kürt Sorunudur. Eskiden bunu telaffuz bile edemiyorduk. Kürt sorunu Türkiye’nin önündeki en büyük engeldir. Kürtlerin varlığı, inkar edildi, onlar yok sayıldı, sorunlar böyle başladı. Bugün Kürtlerin varlığı nihayet kabul edildi. Ancak kendilerini ifade edebilmelerine olanak verilmedi. 12 Eylül askeri diktası Kürtçeyi yasakladı. Kürtçülük suçlamasıyla partiler kapatıldı. Bugün HEP’in kapatılması gündemde, sorunu çözmek için askeri çözümler dayatıldı. Ama sorun çözülmedi büyüdü. Kürt Sorunu açıkça tartışılmadı. Yapılması gereken, sorunu açıkça tartışıp yasaları da yeni duruma uydurarak demokratik bir yapı oluşturmaktır. Demirel Kürt Realitesini tanıdı, ancak gereğini yapmadı...” Panelde konuşan ANAP Milletvekili Adnan Kahveci, “... Kürt Sorunu konusunda Türkiye büyük bir ihmalin içinde. Baskıların, yasaklamaların birlikte yaşama arzusunu arttıracağı sanılırken, bunun tersi ortaya çıkmıştır. Koalisyon önce Kürt Realitesini kabul etti. Sonra da bu sorunu askere ihale etti. Kürt Sorununu askeri yöntemle çözme deneyi sorunu kangren haline getirmiştir. Bugün hala birtakım aydınlar atılan birtakım demokratik adımların teröre prim verdiğini söylüyorlar. Türkiye’de Olağanüstü Hal çözüm değildir. Bölünmeden hiç korkmuyorum GAP TV’sinde neden Kürtçe şarkı türkü okunmasın?...”





   Eğer HEP yukarıdaki açıklamaları yapmış olsaydı, TCK’nın 125. maddesinden bir dava daha açılırdı. Düzen partilerinin kendilerine göre çözüm üretmeleri doğal sayılıyor. Çünkü bu partilerin açıklamalarında ciddi olmadıkları biliniyor. Her gün sorunu askere havale ederlerken arasıra da böyle açıklamalar yapıyorlar. Aslında bu açıklamaların da çok iyi niyetle yapıldığına inanmıyorum. Eğer böyle olsaydı bu görüşlerinde ısrar ederlerdi. Köşe yazarlarında da durum biraz böyledir. Genellikle askeri çözümü savunurlarken, arada bir siyasi çözümden de bahsetmektedirler. Bakınız Sabah Gazetesi köşe yazarlarından Hasan ...al 28.10.1992 tarihli sayıda şöyle diyor: “... Kürt varlığıyla, Kürt sorununu kimse görmezden gelemez. Bu gerçek Türkiye için geçerli olduğu gibi Ortadoğu açısından da bu böyledir...” Türkiye’nin 70 yıllık resmi politikası bu gerçeği yok saymış, olduğu içindir ki bugünkü çıkmaza girilmiştir. Sopa politikası iflas etmiştir (Vurgulama Benim). 





   Görüldüğü gibi bizim dışımızdaki partiler ve köşe yazarları da bazen bizim açıklamalarımıza benzer açıklamalar yapıyorlar. “Kürt Sorunu, Kürt varlığı, Sopa politikası iflas etmiştir, Sorun askere havale edilmiştir, Kürt sorunu açıkça tartışılmıyor, Bu sorun demokrasinin önündeki en büyük engeldir” gibi belirlemeler yapılıyor. Bunları görmek için günlük basını takip etmek yeterli.





   Peki bu partiler Kürt sorunundan bahsediyorlar da niçin çözümü için uğraşmıyorlar? Sorunu neden askere havale ediyorlar? Bu sorunun çözümünü istemeyen güçler kimdir? MGK mı? Silah tüccarları ı? Emperyalist güçler mi? Düzen partileri Kürt Sorununun çözümünü engelleyen güçleri de açıklamak zorundadırlar.





   Görülüyor ki bizim üzerinde hassasiyetle durduğumuz kimi konular diğer partiler ya da kişiler tarafından da zaman zaman dile getirilebiliyor. Öyleyse neden biz bu söylediklerimizden dolayı yargılanıyoruz? Hemen belirteyim biz kimsenin böyle bir yaklaşım ve politika içerisinde olduğu için yargılanmasını doğru görmüyoruz. Ancak kullanılan çifte standardı gözler önüne sermek amacıyla bu ifadeleri açıklamak gereğini hissettim. Bizim yargılanmamızın gerekçesi bahse konu konuşmalarımız değildir. Daha çok resmi ideolojiye karşı, rejimin çıkmazlarına karşı halkçı, demokrat ve gelenekçi politikalardan farklı oluşumuz bizleri sanık sandalyesine oturtmuştur.





   FİİLİ HUKUKLA POZİTİF HUKUK ÇELİŞMEKTEDİR.



   Türkiye’deki pozitif hukuk 12 Eylül düzeninin yansımasıdır. Oysa k Toplum 12 Eylül düzenini aşmıştır. Pratikte bu yasaların hiçbir meşruiyeti kalmamıştır. Nitekim, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve diper siyasi parti yöneticileri de bu yasaların kalkmasını savunmaktadırlar. Hatta iktidar bir Anayasa taslağı hazırlamaktadır. Görülen odur ki mevcut yasalar günümüz gerçekliğiyle bağdaşmamaktadır. Günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Bu yasaların uygulanmamasından doğan fiili bir hukuk olmuştur. Şimdi yapılması gereken fiili hukukun pozitif hukuk haline getirilmesidir. Bu yapılana kadar ise hukukçular, geçerliliğini yitirmiş yasaların yerine içtihatlarıyla yasallığı zorlamalıdırlar. Bu iki hukuk sistemini bir örnekle kıyaslamak istiyorum. Siyasi partiler yasasının 81. maddesi şöyledir: “...Siyasi Partiler a- ... Milli veya dini, kültür veya mezhep veya dil veya ırk farklılığına dayanan azınlıkların bulunduğunu ileri süremezler. b- ... Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak veya yaymak... amacını güdemezler...”  27.11.1991 tarihli hükümet programı ise şöyle: “...Yurttaşlarımız arasında kültür, düşünce, dil ve köken farklılıkları olması doğaldır... Çeşitli etnik, kültür ve dile ilişkin kimlik özellikleri özgürce ifade edebilecek, özenle korunabilecek ve rahatça geliştirilebilecektir...” SHP Merkez Yürütme Kurulu raporu ise şöyle: “...Doğu ve Güneydoğu’nun bölümlerinde yaşayan yurttaşların bir bölümü etnik açıdan Kürt kökenlidir... kürt kimliğini kabul ederek kendisine Kürt kökenliyim diyen yurttaşlara kişiliklerini hayatın her alanında, istedikleri gibi ve özgürce belirleme hakkına sahip olmaları olanağı sağlanacaktır.





   Bu örnek yalnız başına mevcut yasaların uygulama olanağı kalmadığını göstermektedir. Örnekten kolayca anlaşıldığı üzere mevcut yasalar etnik köken farklılığı olduğunu kabul etmezken, ileri sürmeyi yasaklarken, hükümet programı ve SHP raporu tersini savunmaktadır. İddianamenin dayandığı temel mantık kabul edilirse iktidar partileri SHP ve DYP de kapatılır. Federasyonu tartışabiliriz, diyen Özal, Kürt realitesini kabul ettik diyen Demirel, Adnan Kahveci, Ercan Karakaş... ve daha birçok kişi de yargılanır. Mevcut yasaların uygulama olanağı kalmamıştır. Toplum bu yasaları aşmıştır. Peki ne yapılmalıdır? Bana göre eğer yasalar toplumsal gerçeği yansıtmıyor ve toplumun gerisinde kalmışsa; hukukçu, içtihat ve uygulamalarıyla asa koyucunun dikkatini çekmelidir. Hukukçu bir yasal formaliteyi uygulayan sıradan bir devlet memuru değildir. Çağdaş hukukun amacı güçsüzü güçlüye ezdirmemektir. Eğer bir toplumda güçsüzler, güçlülere, mazlumlar acımasız ve zorbalara karşı gerçekten korunabiliyorsa kişilerin hak ve özgürlükleri devleti yönetenlere karşı garanti altında bulunuyorsa o ülkede adalet vardır.


  

MEVCUT YASALAR, ULUSLAR ARASI HUKUK VE GENEL HUKUK NORMLARIYLA ÇELİŞİYOR



   Medyaların etkinliğinin arttığı, dünyada yaşayan halkların sorunlarının iç içe geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. Ortak çıkarların, ortak değerlerin önem kazandığı günümüzde hiç kimse, hiçbir kurum, hiçbir devlet “dünyanın herhangi bir yerinde olan şu olay beni ilgilendirmez” diyemez. Nerde olursa olsun her olay tüm insanlığı ilgilendiriyor. Irak’ın Kuveyt’i işgali dünyadaki dengeleri altüst etti. Bu olayın sonuçları hala dünya dengesinde değişiklikler yaratıyor. Kürt Sorunu, Bosna-Hersek olayları, açlık sorunu, atmosferin delinmesi, Sovyetlerin dağılması... gibi sorunlar herkesi etkilemektedir.

   Barış, demokratikleşme ve insan hakları sorunları bugün artık tüm dünyanın ortak değerleri haline gelmişlerdir. Bu konularda ortak metinler anlaşmalar oluşturulmuştur. İşkence ve kötü muamele yasaklanmış, insanlığın ortak soruları haline gelmiştir. ama ne yazık ki dünyanın bazı bölgelerinde yaşayan insanlar hala bu ortak değerlere sahip çıkmıyor. Bu bölgelerde insan hakları ihlalleri devam ediyor. Türkiye bu ortak değerlere sahip çıkacağını tüm dünyaya ilan ettiği halde yoğun biçimde insan hakları ihlalleri yaşanmakta, faili meçhul cinayetler işlenmektedir. Siyasi şubelerde insanlar kaybolmaktadır. Türkiye yükümlülük altına girdiği, “uyacağım” dediği kurallara uymuyor. Türkiye bu sözleşmelere uyacağını beyan etmekle kalmamış anlaşmalara imza koyarak bu ilkeleri Anayasanın 90. maddesine göre birer anlaşma olmaktan öte, birer iç yasa kuralı olmuşlardır. Türkiye bunlara uymak, gereklerini yerine getirmek zorundadır. Anayasanın ve diğer yasaların bunlara uygun hale getirilmesi bir zorunluluktur. Türkiye, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı ve AGİK süreci gibi anlaşmalara imza koymuş, yükümlülük altına girmiştir. Bu anlaşma maddeleri aynı zamanda Türkiye’nin iç hukuk kuralları haline gelmişlerdir. Ama ne yazık ki bu hukuk kurallarının gerekleri hala yerine getirilmiyor.





   Partimizin temel politikalarından bir tanesi de bu anlaşmalara Türkiye’nin uyma zorunluluğunu ortaya koymamızdır. Zaten Türkiye bu anlaşmalara uymadan da ülkeler arasına giremiyor. Avrupa kapıları yıllardan beri aşındırılıyor, ancak Avrupa Ülkeleri “İnsan Hakları ihlallerini ortadan kaldırın, işkence yapmayın, Kürt sorununa siyasi çözüm bulun” diyerek kapıdan geri çevirmektedir. Avrupa parlamentosu, son aldığı bir kararla Türkiye’nin “Kıbrıs, İnsan Hakları ve Kürt Sorununu çözmek” şartıyla bu kurumlara üye olabileceğini tekrarlamıştır.





   Bu durumu en yüksek yargı organının üyesi olan Yılmaz Aliefendioğlu Sosyalist parti kapatılması davasında şöyle dile getiriyor: “...Türkiye 1990 yılında imzaladığı Paris Paktıyla ulusal azınlıkların, etnik, kültürel, din ve dilinin korunacağını, ulusal azınlıklara mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutulmaksızın ve yasa önünde tam bir eşitlikle, ... olarak beyan etmeye ve korumaya ve geliştirmeye hakkı olduğunu güvence altına alındığını” hatırlattığı o yazısında “...Türk-Kürt federasyonunu savunmanın ve Kürtlerin dillerini, kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme haklarının bulunduğunu söylemesinin devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma anlamına gelmez...” iddia makamı bu sözleşmeleri göz önünde bulundurmayarak iç hukuk kuralları ve genel hukuk normlarıyla çelişmektedir. Yasakçı, inkarcı ve gerçekliğimizle bağdaşmayan gerekçelerle iddianame, hazırlanmıştır.

   Yine Paris şartının bir bölümünde şöyle deniliyor: “...Bir ulus içinde azınlıkların kültür, din ve dil yönünden ait oldukları kimliğin korunacağını ve azınlıklara mensup kimselerin hiçbir ayrım yapılmaksızın yasa önünde tam bir eşitlik içinde iş bu kimliği serbestçe ifade etmek, korumak ve geliştirmek hakkında sahip olduklarını teyid ederiz...Halkların eşit haklara sahip bulunduğunu ve halkların BM Anayasasına, devletin toprak bütünlüğü de dahil, uluslar arası hukukun ilgili normlarına göre uygun olarak kendi kaderlerini tayin hakları olduğunu teyid ederiz...”





   Bu anlaşmaya göre Türkiye “...Ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerinin korunacağını, ulusal azınlıklara mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutmaksızın ve yasa önünde tam bir eşitlikle hür olarak beyan etmeye, korumaya ve geliştirmeye hakları olduğunu...” kabul etmiştir. Ancak ne yazık ki Türkiye Cumhuriyet yetkilileri ve kurumları buna rağmen hala eski politikalarını tekrarlamaktadırlar. Bunun en iyi örneği elimizdeki iddianamedir. İddianamenin mantığı günümüz gerçekliğiyle bağdaşmıyor. Uluslar arası hukukla çelişiyor, insanlığın ortak değerlerini hiçe sayıyor. Kısacası iddianame resmi ideolojinin yeniden bir tekrarıdır.





   Anayasa ve Ceza yasaları kuralları, uluslar arası hukuk ve genel hukuk kurallarının önünde gelmez. Yine bunu Anayasa Mahkemesi üyesi Yılmaz Ali Efendioğlu SP kapatma davasında hukukun genel kurallarının Anayasa kurallarından önde geldiğini belirterek...” katılmadığını belirtmiştir.

   Hukukun genel kuralları gözardı edilerek hazırlanan iddianame hukuki değildir. Siyasi bir metindir. Resmi ideolojinin ürünüdür. Gerçekliğimizle çelişiyor.


 

KONUŞMALARIMIZDA SÖZCÜKLER CIMBIZLA ÇEKİLEREK YARGILAMA KONUSU YAPILMIŞTIR



   Partimizin bütün basın açıklamaları, yöneticilerimizin tüm konuşmalarında eşitliğe, kardeşliğe dayalı çözümden bahsedilmektedir. Ancak basın, açıklamalarınızın başlıklarını çoğu zaman çarpıtarak atmıştır. Tüm açıklamalarımızın başlıkları başka, içerikleri başkadır. Amaç, bizi kamuoyunda yanlış göstermek kafa karıştırmaktır. Örneğin Türk halkının, işçisinin, emekçisinin sorunlarını dile getirdiğimiz basın açıklamalarımız basında hiç yer almıyor. Bazen de işçi grevini ziyarete giden yöneticilerimiz gözaltına alınıp “...Siz Kürtsünüz, neden işçi sorunlarıyla ilgileniyorsunuz?...” denmiştir. Türk kökenli kökenli yöneticilerimiz gözaltına alınırken “...Siz Türksünüz, bu Kürtlerin arasında ne işiniz var?...” demektedirler.





   Görüldüğü üzere basın yaptığı çarpıtmalarla aslında sadece bizi değil, esas olarak Türk Kürt halkının kardeşliğini baltalamaktadır. Kamuoyunda resmi ideolojinin ve basının çabaları sonucu “Kürt partisi” imajı içerisinde boğulmak istenen partimize yakıştırılan bu sıfat doğru kabul edilse bile bu Türk ve Kürt halkından insanların ortak demokratik değerler adına birarada bulunmalarına engel midir? Ne demektir siz Kürtsünüz, işçilerle ne işiniz var ya da siz Türksünüz, Kürtlerin içinde ne işiniz var? Bunu soranlar bizler değiliz bazı güvenlik güçleridir. Şimdi bölücülük sıfatlandırılması bize mi yoksa bunlara mı daha çok yakışıyor? Biz Türkiye2de yaşayan bütün emekçi insanların eşit ve özgür koşullarda birliğini savunuyoruz. O yüzden de bu soruları sormuyor, tersine soranların yanlış yaptıklarını savunuyoruz.

   Tüm arkadaşlarımın, bu arada benim de konuşmalarımın bütünlüğü bozularak, içindeki Kürdistan, PKK, Abdullah Öcalan sözcüklerinin altı çizilerek soruşturma yapıldı. Gözaltında iken polis, daha sonraları savcı ve yedek hakimlikte aynı yol izlendi. Bizlere sorulan sorular genellikle bu dört sözcük üzerine oluşturuldu. İddianamede de aynı şeyleri görmek mümkün.





   Benim konuşmamda öne çıkarılan soruları kısaca yanıtlamak istiyorum. İddia makamı konuşmamın “ilk cümlesinde Kürdistan diyerek” bölücülük yaptığımı iddia ediyor. Kürdistan sözcüğünü ne ben ne de partim icat etmedi. Bu sözcük Osmanlı Padişahları, Atatürk, İnönü ve birçok insan tarafından da kullanılmıştır. Osmanlı döneminde çok rahat bi şekilde kullanılan Kürdistan sözcüğü 1930 yıllarından itibaren terkedilmiştir. Çünkü Kürtler bu tarihlerden sonra yok sayılmıştır. Kürtlerin Türk oldukları ileri sürülmeye başlandı. Kürt sözcüğünü ise bütün burjuva partileri bile kullanmaktadırlar. Osmanlı döneminden bir örnek vermek istiyorum. Kanuni’ye ait Hükmü Şerif de şöyle deniliyor: “...Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müsbet ve hayırlı işlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifade eden, bilhassa bu defa ki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesini yararcılık gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri özkulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin müracaat istirhamları gözönüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eşyalar ve kaleler geçmiş zamandan beri yurt.... ve ocakları olduğu gibi, ayrı beraatlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip tasarruf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamak, dışardan müdahale ve taarruz edilmemelidir... Bunlar anlaşmazlıklara Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar. Eğer bey ölmüşse varissiz, akrabasız ölmüşse o zaman eyaleti hariçten ve yabancılardan kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse tevcih edilecektir...”





   Topkapı Müzesi arşivi. E11969’dan aktaran Nazmi Sevgen: Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Türk beylikleri Osmanlı belgeleri ile Kürt Türkleri tarihi TKAE yayınları 1982 Sayfa 42’den sadeleştirilerek Yurt Ansiklopedisi. Cilt 4 Sayfa 2311 ve M.Çimen age.sayfa 37-38)





   Bu örneği vermemin amacı Osmanlı döneminde Kürdistan sözcüğünün kullanıldığını göstermek ve Kürtlerin şimdikine oranla daha iyi olduğunu kanıtlamaktır. Tabi Kızılbaşlara karşı savaşmaları karşılığında. Osmanlı döneminde de Kürtlerin sorunları vardı. Eziliyorlardı, horlanıyorlardı, ciddi hiçbir hakları yoktu, çeşitli baskılarla karşı karşıyaydılar... En büyük fark Cumhuriyet öncesi Kürtler yok sayılıp, inkar edilmiyorlardı. Kendi sorunlarının bazılarını kendileri çözüyorlardı. Bir nevi iç özerkliğe sahiptiler. Bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar devam edip daha sonraları baskıyla, zorla yok sayılmıştır. Asimilasyon politikasıyla eritilmeye çalışılmışlardır.





   Yukarıdaki alıntıdan da görülüyor ki Kürdistan, benim icat ettiğim bir sözcük değildir. Kürtlerin üzerinde yaşadıkları coğrafyaya tarihin her döneminde Kürdistan denilmiştir. Asya Türklerin oturduğu yer, Türkistan, Kazakların üzerinde yaşadıkları coğrafya, Kazakistan; Taciklerin oturduğu arazi ve topraklar Tacikistan; Ermenilerin ki Ermenistan,.... Kürtlerin üzerinde yaşadıkları toprak parçası, coğrafya da Kürdistandır. HEP 1990 tarihinde kuruldu. Kürdistan sözcüğü bu yazıda da görüldüğü gibi en az 4 asır önce kullanılmıştır.





   Yine, Kanuni’ye ait Hükmü Şerif incelendiğinde Kürt ve Kürdistan sözcükleri kullanılmakla kalmamış, “eyaleti hariçten” denilerek eyalet sisteminden bahsedilmiştir. “...Eğer bey ölmüşse varissiz, akrabasız ölmüşse o zaman yabancılardan kimseye verilmeyecek Kürdistan beyleriyle görüşülüp münasip görürlerse...” denilerek iç ve geride olsa bir özerklikten bahsedilmiştir. Bu alıntılardan a.ıkça anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde Kürt beyleri bazı kararları kendileri verebiliyorlardı.





   Sayın Yargıçlar;



   Tarih ve Sosyoloji konuları hukuk konusu yapılamaz. Bizim söylediklerimiz tarih ve sosyoloji biliminin konularıdır. Söylediğimiz gerçekler de tarihsel belgelerle kanıtlanmıştır.





   Atatürk döneminde de bu sözcüklerin kullanıldığını birkaç örnekle vurgulamak istiyorum.

   Amasya Protokolü: “...Vatan Türk ve Kürtlerin oturduğu arazi olarak belirlenmiş ve bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü...” (Anayasa mülakatı 2.tutanağı Belgelerle Türk Tarihi Dergisi sayfa 13, Sabahattin Selek, Milli Mücadele sayfa 328)





   Atatürk 18 Haziran 1919 Samsun’da: “Kürtler Türklerle birleşti...(Nutuk 3 sayfa 910)

   1 Mayıs 1920 TBMM Kürsüsünde “...Efendiler, Meclis-i Alinizi teşkil eden zevat yalnızca Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir.....” (Atatürk Söylev ve Demeçleri 1 sayfa 70,71)





   ismet İnönü, Lozan Konferansı’nda Türkiye Büyük Millet Meclisi Türklerin Olduğu kadar Kürtlerinde meclisidir...” (Seha L.Meray Lozan Barış Konferansı takım 1 cilt 1 kitap 1 sayfa 348-349)

   6 Mayıs 1923 Bitlis mebusu Yusuf Ziya “...Arkadaşlar, temenni ederim ki, Musul Türkiye’nin bir parçasıdır. Nüfusundan fazlası Kürttür, Musul’un kürdün tarihinde bir kıymeti vardır...” (TBMM Gizli Zabıtları 4 sayfa 162)







   bu örnekler çoğaltılabilir. Eğer iddia makamının mantığına bakılırsa yukarıda isimleri geçenlerin ve daha birçok insanın mezardan çıkarılıp yargılanmaları gerekir. Yukarıdaki örneklerden çok açık bir biçimde, Kürt, Kürt yurdu, Kürt tarihinden bahsediliyor.





   Bu verdiğimiz örnekler söyleyenlere katılıp katılmamamızdan bağımsız olarak sadece Kürtlerin varlığı konusunda iddia makamının bizimle girmeye çalıştığı polemiğe bizim dışımızdakilerin verdiği cevaptır. Bu yanıtlar bile mevcut Anayasa ve yasaların yaşadığımız toplumsa ve tarihsel gerçeklerle uyuşmadığını göstermektedir.





   Konuşmamın yine bir bölümünde Türkiye’de yetkililerin Bosna-Hersek, Kıbrıs, Azerbaycan-Karabağ konularında çaba harcadıklarını (Federasyon istedikleri) özellikle Kürt kökenli olan Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in bunları yaparken Kürtlerden bahsetmediğini, Kürt sorunu ile ilgilenmediğimi belirttim. Ve böyle davranarak Hikmet Çetin’in yeni bir İdris-i Bitlis’i olduğunu anlattım. Kürt olmayan bazı politikacılar Kürt sorunundan bahsettikleri halde Hikmet Çetin Türk olduğunu söylüyor. Avrupa’daki uluslar arası toplantılarda ise kendisi Kürt olduğunu ve Kürtlerin bakan bile olabildiklerini söylüyor.

   İdris-i Bitlis’i ise bir Kürt aşireti reisi idi. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim, Kürtlerin kendi içinden BİR Kürt beyini temsilci olarak seçmelerini söylemiştir. Bu seçilecek bey Kürtlerle Osmanlılar arasındaki ilişkileri sağlayacaktır. İdris-i Bitlisi ise “bu beyi Osmanlı tayin etsin” demiştir. Çünkü Osmanlılarla kendisinin iyi ilişkileri vardır ve kendisinin tayin edileceğini biliyor. İdris-i Bitlis’in bu tavrı Kürtlerin o dönem içinde yönetim üzerinde ağırlıklarını zayıflatmıştır. İkisi arasında bir benzetme yaptım. Konuşmamın bir bölümünde de Nevroz Bayramı sırasında sivil halkın katledildiğini söyledim. PKK baskınının bahane edildiğini belirttim. Şırnak’ta da aynı durumun sözkonusu olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu olayları anlatırken bölgeye giden heyetlerin raporlarına dayanarak söyledim. İddia makamının bizim PKK’nın baskınını inkar ederek siyasi sözcülüğünü yaptığımızı iddia ediyor. Bazı belgelere dayanarak yapılan konuşmalarla PKK’nın siyasi sözcülüğünün hiçbir ilgisi yoktur. İddia makamının mantığına göre bölgeye giden yerli ve yabancı heyetler ile yine yerli ve yabancı gazetecilerin çoğu PKK’nın siyasi sözcüsüdürler. Aslında biz değil, iddia makamı siyasi bir metin olan mevcut iddianameyi yazarak bir siyasi parti sözcüsü gibi davranmıştır. Çünkü bu iddianame hukuki bir metin değil, siyasi bir metindir. Hukuki hiçbir dayanağı yoktur.





   İddia makamı madem ki bir siyasetçi gibi davranıyor, öyleyse aşağıdaki sorulara da yanıt vermelidir. Aksi halde dayanaktan yoksun bir iddianame ile bizi suçlamış olacaktır. Son Şırnak olaylarında yakalananların kaçı PKK’lıdır? TCK’nın 125. maddesinde yargılananlardan kaçı serbest bırakıldı? Kaçı silahla yakalandı? Bu silahlardan kaçı ruhsatlı idi? PKK’lılar şehre girdiyse nasıl girdiler? Şehir kordon altında iken nasıl kaçtılar? İçişleri Bakanı şehri basan PKK’lıların sayısını özne 1000-1500 olarak verdi, sonra 500-600 kişiye düştü. Bunlardan hangisi doğrudur? Yakalananlardan kaçı devlet güçlerinden, kaçı PKK’lılardan idi? Adı geçen raporlar hiçbirinin ne PKK’lı ne de güvenlik güçlerinden olmadığını söylüyor. Peki güvenlik güçleri kiminle çatıştılar? Şehir iki gün ağır toplarla dövüldü, bu ağır yoplar kime aitti? Tahrip olan yerlere isabet eden mermiler Cumhuriyet meydanından atılmıştır. Cumhuriyet meydanına kurulan panzerler kime aittir?... Yukarıda sorduğum sorular o günlerde bazı basın yayın organları tarafından da İçişleri Bakanına soruluyor, bakan hiçbirine yanıt veremiyordu.

   Nevroz olayları sırasında Başbakan “...Kırıp dökmeden halk Nevroz bayramını kutlayabilir...” demişti. Nevroz bayramı sırasında bazı il ve ilçelerde hiç olay çıkmazken, bazı yerlerde katliamlar yaşandı. Örneğin Diyarbakır’ın birçok mahallesinde kutlamalar yapılırken, hiçbir olay yaşanmadı. Ama Cizre, İdil, Şırnak, Nusaybin...vb. yerlerde olaylar yaşandı. Neden bazı yerler?





   PKK baskını olsa bile bu, güvenlik güçlerine evleri, işyerlerini, arabaları kurşun ve top yağmuruna tutma hakkını verir mi? Bunlar neden yapıldı? Sorumluları hakkında hiçbir soruşturma neden başlatılmadı?





   Aslında bizim sorularımıza, konuşmalarımıza iddia makamı değil, siyasi partiler cevap vermeliler. Bizim siyasi muhataplarımız sessiz ve suskun kalırlarken iddia makamı kendini siyasi bir merci olarak görüp, siyasi bir metin olan iddianame ile neden cevap vermektedir?





   Nevroz bayramı sırasında bölgeye giden heyetlerin raporlarından birkaç örnek vermek istiyorum. DİYARBAKIR TABİP ODASI: Uzun namlulu silahlarla öldürme kastıyla bazen yakın atış yapılmıştır. 12 ameliyat yaptık. Ne bir PKK’lı ne de bir güvenlik görevlisi vardı... Olay yerindeki yaralıları taşıyan taksi şoförleri, ambulanslar güvenlik güçleri tarafından dövülmüşlerdir. Arabaları taranmış, TİM, polis, burada ölün diyerek yaralıların hastaneye sevkini geciktirmişlerdir. Hastaneye gelenler ne PKK’lı, ne de güvenlik güçleriydi, hepsi köylü halktı... İL SAĞLIK MÜDÜRLÜĞÜ: Panzerlerden evlere ve insanlara rastgele ateş açılmaya başlayınca halk önce panikledi, sonra oturdu. Ateşe devam etti. İnsanlar kaçışmaya, evlere sığınmaya başladılar. CİZRE İHD TEMSİLCİSİ AV. MEHMET ALİ DİNLER: Devletler hukukuna göre havan topu, roket, uçaksavar, top ilan edilmemiş bir savaş olmadıkça kullanılamaz. Nevroz’da güvenlik güçleri bunları halka karşı kullandı... Nevroz şenliği yapılacaktı mezarlığa giderken önleri kesilip, mezarlığa gidemezsiniz denilince insanlar oturmuş. Sonra özel tim ve asker ateş açmış. İNSAN HAKLARI HEYETİ RAPORU: ...Yere oturan halkın üzerine panzerler sürüldü... Kısa bir süre sonra silah sesleri gelmeye başladı. Herhangi bir pankart, bayrak açılmadığı ve slogan atılmadığı halde neden müdahele edildiğini sorduğumuzda, Emniyet Amiri: “Biz emir kuluyuz, emir yukarıdan geldi” diye yanıt verdi. Başbakanın kırıp dökmeden Nevroz’u kutlayabileceklerini söylediğini, bu davranışın Başbakanla çeliştiğini söyleyince de, “pankart açmamışlardı ama açacaklardı” diye yanıtladı. SHP HEYETİNN RAPORU: Ne yazık ki bölgede yapılan gösteri, eylemlere karşı güvenlik güçlerinin bir bölümü tahammülsüzlük göstermiş ve sivil halka ateş açarak kan dökülmesine ve olayların tırmanmasına yol açmıştır. BAŞBAKAN DANIŞMANI İLNUR ÇEVİK: Güneydoğu’daki olaylardaki kan dökülmesinde, sivil otoriteyi dinlemeyen bazı güvenlik güçlerinin sorun oluşturduğunu savunarak, güvenlik güçleri acaba başka mercilerden mi güç alıyorlar diye sormaktaydı.





   Diyarbakır Tabip Odası’nın “Hastaneye gelenler ne PKK’lı ne de devlet güçleri idi...” yazılı raporunda açıkça çatışanların PKK’lılarla devlet güçleri olmadığı anlaşılıyor mu? Ne bir PKK’lının ve ne bir güvenlik gücünün yaralanmadığı bu olayda, güvenlik güçleri kime ateş açmışlardır? İl Sağlık Müdürü’nün: “...Panzerlerden evlere ve insanlara rastgele ateş açılmaya başlayınca...” demesi bile halka ateş açıldığını anlatmıyor mu? “...Mezarlığa gidemezsiniz...” denilince insanlar oturmuş, özel tim ve asker ateş açmıştır...” diyen Cizre İHD temsilcisinin anlatımlarından güvenlik güçlerinin oturan sivil halkın üzerine ateş açtığı anlaşılmıyor mu?





   Yere oturan insanların üzerine üzerine panzer sürüldü, cümlesinden ne anlaşılıyor? SHP’nin raporundaki kan dökülmesine neden olan tahammülsüzlük gösteren güvenlik güçleri kimlerdir? Bunlara emri kim verdi? Haklarında soruşturma açıldı mı? İlknur Çevik’in dediği kan dökülmesine neden olan, sivil otoriteyi dinlemeyen güvenlik güçleri kimlerdir? Kime bağlı olarak çalışıyorlar?





   Tüm rapor ve açıklamaların ortak noktası, devlet güvenlik güçlerinin halka ateş açtıkları doğrultusundadır. Bende bu rapor ve beyanlara dayanarak, bu gerçekleri dile getirdim. Bölgeye gidip, dönenlerle konuştum. Basından öğrendim. Ve bu öğrendiklerimi kongrede anlattım. Bunlar siyasi tespitlerdir ve bir siyasi parti kongresinde konuşulmuştur. Doğruluğu yanlışlığı siyasi platformlarda tartışılabilir. Kongrede bir siyasi platformdur. Bu söylediklerimiz yanlış ise tersini söylemesi gerekenler de çıkıp söylemelidirler. Bizler ne olup bittiğini söyleriz. Diğer politikacılar da tersini söyleyebilir. Konuşuruz tartışırız. Kim düşüncesini kanıtlarsa kamuoyunda o haklı çıkar, taraflar toplar ve büyür. Siyasi partilerin işi budur. Taraflar toplayıp, büyüyerek iktidara gelmeye çalışmaktır. Halkın oyuna muhtaç olan partilerin görevi halka doğruları anlatmaktır.





   Kanıtlara dayanılarak yapılan konuşmaların PKK’nın sözcüğü ile ne ilgisi var?

   Önyargıya dayanarak hazırlanan iddianamedeki siyasi bilgiler doğru değildir. Bunlar iddia makamının siyasi düşünceleri olabilir, ancak hukuki değildir. Hukukun konusu değildir.





   Sayın Yargıçlar,



   Konuşmamın bir bölümünde siyasi çözüm için bir öneride bulunmuştum. Şimdi onu açıklamaya çalışacağım.



   Biz bir siyasi partinin yöneticileriyiz. Sorunlara siyasi çözüm aramamız bizim görevimizdir. İzler bu görevlerimizi yerine getirirken DGM’ler bizi veya başka partileri ve yöneticilerini engellememelidirler. Demokratik kurallar içinde sorunların çözüm yollarının aranması neden dava konusu oluyor? Türkiye’de sorunları askere havale etme anlayışı terkedilmelidir. Böyle bir yol ve yöntem Türkiye’ye çok pahalıya mal olmaktadır. Sorunların büyümesinin altında yatan neden yöneticilerin askeri çözümde diretmeleridir.

   Hemen hemen hergün çatışmalar yaşanmakta ve bu çatışmalarda onlarca insan hayatını kaybetmektedir. Türk olsun Kürt olsun ölenler nihayet insandır. Babaları, anneleri, çocukları var. Yakınları var. Akrabaları var. Biz açıkça söylüyoruz. Ne bir PKK’lı, ne bir asker ne bir sivil halk ölsün istemiyoruz. Politikacılar insan kanının akması üzerine hesap yapmamalıdırlar. Silah tekellerinin para kazanmalarına engel olunmalıdır. Silaha harcanan milyarlar, fabrikalara, okullara, işçi ve memur ücretlerine harcanmalıdır. “...Nerden bulup vereceğim diyen Başbakan...” silahların susmasını sağlayıcı tedbirlerin alınmasını sağlamalı ve silaha, tanka topa giden paraları emekçi halka yansıtmalıdır.





   Olağanüstü hal uygulamasının Türkiye’de yüklediği yük hem ekonomik, hem siyasi olarak çok büyüktür. Türkiye bütçesinin önemli bir bölümünü olağanüstü hal uygulamasına harcamaktadır. Siyasi olarak Türkiye’nin dış itibarını zedelemektedir. Bu harcamaların sorunu çözümüne fayda yerine zarar getirdiği artık gün gibi ortadadır. Şiddet karşı şiddeti doğurur. Karşılıklı şiddetin tırmanması ise sorunun çözümünü engelliyor. Şiddet yoluyla Kürt sorununun çözülemediğini 70 yıllık uygulama göstermiştir. Sorun siyasidir. Çözümü de siyasi olmalıdır. Bu konuda uluslar arası sözleşmelerin uygulanması sorunu çözme yolunda bir adım olacaktır. İki halkın eşitliğine ve kardeşliğine dayalı, kimsenin kimseyi horlamadığı, inkar etmediği, demokratik bir sistemle bu sorunu çözmek mümkündür. Yeter ki bu sorunun çözümünde hoşgörü kuralları uygulansın, eskimiş politikalar terk edilsin.





   Uygulanan koruculuk sisteminin ne faydası oldu? Halkı karşı karşıya getirmekten öte bir faydası olmadı. Düşmanlıklar arttı. Güvensizlik baş gösterdi. Cinayetler çoğaldı. Bu uygulamalardan sonra sivil otoritenin etkisi sıfıra düştü. Kontrgerilla eylemleri çoğaldı. Özel timin katledilen İl Başkanımız Vedat Aydın’ın cenaze töreninde “...Savulun Kürtler, Türkler geliyor...” “...Halepçe diyordunuz. İşte size Halepçe...” diyerek cenaze törenine atılanlara saldırısı hala belleklerimizde.





   Bölge tümüyle yaşanmaz hale getirilmiş. Şırnak ilinden Hakkari’ye kadar 12 arama ve kontrol noktası var. İnsanlar bir ilden bir ile gidene kadar binbir zorluklar çekmektedirler. Özel tim ve jandarma dipçiğinin insanların sırtında eksik olmadığı bir ortam yaşanıyor. Bizim heyet olarak bölgeyi gezerken yaşadığımız sıkıntıları anlatmak olanaksız. Sadece bir örnek vererek durumu anlatmaya çalışacağım. Şırnak’ın son kontrol noktasında milletvekillerini aramak isteyen askerlere milletvekilleri “biz milletvekiliyiz” deyince durum komutana iletildi. Tepeye çıkan komutan “sorun bakalım hangi partinin milletvekilleriymiş” deyince arkadaşlar HEP Milletvekiliyiz dediler. Tepedeki komutan arayın, milletvekilleri Ankara’da geçer, dedi. Milletvekillerinin tanınmadığı bir sistem yaşanıyor. Bölgenin büyük bir bölümü mayınlanmış durumda. Eli ayağı kopmuş veya parçalanmış yüzlerce insana rastladık. İşkencelerde sakat kalmış insanları her yerde görmek mümkündür. Akşam saat 17:002den sonra kimse yollara çıkamıyor.





   Biz Olağanüstü Hal uygulamasının, koruculuk sisteminin kaldırılmasını savunuyoruz. Mevcut koalisyonda daha önce kaldıracağını vadetmişti. Ama şuanda iktidarda olmalarına karşın bu uygulamaları devam ettiriyorlar. Kürt realitesini tanıdık dediler, ama gereklerini yerine getirmediler. Şu anda çıkan çatışmalarda günde ortalama 20 kişi ölmektedir. Soruna siyasi çözüm bulunmazsa bu sayının artacağı görülüyor. Bu olaylara bir son verilsin istiyoruz. Nasıl son verilebilir? Bunun yolu yöntemi nedir? Siyasetçilerin bu sorulara yanıt araması doğaldır. Gerçekçi olmamız gerekir. Bu çatışmalara gire kimlerdir? Kim kiminle çatışıyor? Bu çatışmalara kim son verebilir? Çatışanların bir tarafı güvenlik güçleri, diğeri PKK’dır. Buna son vermenin bir yolu da iktidarın diğer tarafla uzlaşmasıdır. Bu yöntem beğenilmeyebilir. Red edilebilir, ama bir yöntemdir. Tartışılmalıdır. Her iki tarafın da diyalog yoluyla silahlarını susturması sorunun çözümüne yardımcı olabilir. Biz bu çatışmalara son verilmesini akan kanın durdurulmasını istiyoruz. Anın daha fazla akmasını mı isteyecektik? Bu daha mı doğru olurdu? Hayır. Bu duruma son verilmeli, silaha harcanan paralar insanların mutluluğuna harcanmalıdır. Bunun bir yolu da çatışan taraflar diyalog yoluyla bu sorunu çözmelidir. Konu kutsal bir konudur. İnsanların ölmesini durdurmaktır. Bu uğurda ne yapılırsa azdır. Bu bizim düşüncemizdir. Diğer siyasi partiler de kendi düşüncelerini söylemelidirler. Konu açıkça tartışılmalıdır. Bu siyasi tartışmaya toplumun tüm kesimleri katılmalıdır. Demokratik bir ortam içerisinde soruna çözüm aranmalıdır. DGM’ler bunu engellememelidir. Bu tartışmaların yeri siyasi partilerdir, parlamentodur.





   Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti YNK lideri Talabani’yi kırmızı bültenle, bölücülük suçundan arıyordu. Ancak son zamanlarda ayda bir kez Cumhurbaşkanı, Başbakan hatta askeri komutanlar Talabani ile görüşüyorlar. Dersim isyanının lideri Seyit Rıza ile devlet yetkililerinin görüşmeleri var. Geçenlerde Başbakan PKK ile peşmergeler anlaşıp, kan akıtılmasına son verilirse biz memnun oluruz. Çünkü biz de kanın akmasını istemeyiz, diyordu. Madem kanın akmasını istemiyorsunuz, öyleyse gereini de yapınız. Son zamanlarda devlet yetkilileri Talabani ile görüşüyor. Talabani ise Abdullah ÖCALAN’la görüşüyor. Talabani, Abdullah ÖCALAN görüşmesi devletin bilgisi dahilinde gerçekleşiyor. Çeşitli gazetecilerin Abdullah ÖCALAN’la görüşmesinden devletin haberi yok mu? Bu dolaylı görüşme sayılmaz mı? Tüm bunlar ortadayken, neden böyle bir görüşme yapılmasın?





   Böyle bir görüşü savunmak ne PKK sözcülüğüdür, ne de bölücülüktür. Bu sorunları demokratik ortam içerisinde diyalog yoluyla çözme istemidir. Bu da bir yoldur, bir yöntemdir. İster beğenilsin, ister beğenilmesin Kürt sorununa bir çözüm yöntemidir.





   İddia makamı bizim yasak işlemlerini tamamlayarak gerçekleştirdiğimiz kurultayı komple suçlamaktadır. İzleyeni ile, konuşanı ile, alkış çalanıyla oturanıyla herkes suçlu gösterilmiş. 5000 civarında insan suçlu görülmüş. Ancak bizi bulabildiği için, bizim hakkımızda dava açmıştır. Böyle bir iddianame belki de dünyada ilktir. Beşbin civarında insan nasıl suçlu gösterilebilir? Bunun mantığı nedir? Bu iddia ciddiye alınabilir mi? İddianamenin bir bölümünde “...Türk devletinin düşmanlarının bir araya gelip, eylemler gerçekleştirdiği” iddia ediliyor. Bu kadar insanı düşman olarak görmenin anlamı nedir? Bu anlayış tüm HEP’lileri, hatta tüm Kürtleri potansiyel suçlu olarak görmektir. Bu iddia doğruysa, bu kadar insan nasıl düşman oldu? Türk devleti bu kadar insanı nasıl kendine düşman yaptı? Öyleyse bu düşmanlığı ortadan kaldırmak için devlet ne yapıyor?





   Bizlerin yalnız konuşma yaparak değil, kurultayı sonuna kadar izleyerek de suç işlediğimiz iddia ediliyor. Yani yasal parti kongresini izlemek de suç sayılıyor. Böyle bir suç dünyanın herhangi bir yerinde var mı? Yasal işlemleri tamamlanarak gerçekleştirilen kongreyi izlemek neden suç olsun? Bu suçlama “HEP Maskeli Kongresi” manşetini atan Hürriyet gazetesinin mantığının aynısıdır. Senaryo çok iyi ayarlanmıştır. Aynı mantığa göre HEP’e üye, yönetici olmak, parti binalarına gidip gelmek suçtur. Demokratik yollardan hak arama suç sayılıyor. Yine iddianamenin bir bölümünde “Devletin birliğini bozmaya yönelik eylem sanıklar ve salonda bulunanlar tarafından birlikte işlenmiştir...” deniliyor. Bu anlayış Türkiye’yi bu duruma getiren siyasi anlayışların tümüdür. Kürt sorununun kangren haline gelmesinin nedeni bu anlayıştır. Bu anlayış terkedilmelidir.





   Yasadışı eylem diye tanımlanan parti kongresine neden gittiğimiz, neden konuşma yaptığımız sorgulanıyor. Bununla hedeflenen şudur: Gelecek kongrelerimizde konuşacak olanlara, izleyici olarak katılacak olanlara, katılmayın, konuşma yapmayın, yoksa sizi de hapse atarız denilmektedir.

   Sanıkların yaptığı konuşmalar, kurultayda PKK bayraklarıyla bölücü örgüt lideri lehine atılan sloganlarla, okunan marşlar ve şarkılarla oluşturulan atmosfere uygundur” iddiası ise çok ilginç bir iddiadır. Bir kez salonda PKK bayrağı yoktu. PKK bayrağı sık sık basında yer alıyor. Salonda buluna üç renkli mendil ve eşarplarla PKK bayrağının bir ilgisi yoktur. Bu renkler Kürtlerin en çok sevdiği renklerdir. Çoğu zaman Kürt kadınları elbiselerini bu renklerden seçmektedirler. Atılan sloganlara gelince: bunlar bizim dışımızda atılmışlardır. Bizden istenen slogan atanlara neden saldırmadığımız ise, bizim böyle bir görevimiz yoktur. Ayrıca divan tarafından gerekli uyarılar da yapılmıştır. Okunan türkü ve şarkılar çoğu zaman düğünlerde okunmaktadırlar. Bu şarkı ve türküler piyasada satılan bandrollü kasetlerde de mevcuttur. Bu iddia da mesnetsiz bir iddiadır. Bunlardan en önemlisi “bölücüler Türkiye’nin başşehri Ankara’nın merkezinde PKK bayraklarıyla gösteri yapmış, Kürt marşı okumuşlardır” iddiasıdır. Bizim başka bir ülkeden geldiğimiz iddia ediliyorsa iddia makamı büyük bir çelişki içerisindedir. Parti kongreleri nerede yapılır? Edirne, İstanbul, Siirt veya Diyarbakır’da mı? Bu kongre yapılacaktır?





   Sayın Yargıçlar,



   Kürt sorununda geleneksel şiddet politikası sürdürülüyor. Oysa bu sorun şiddetten arındırılarak çözülebilir. Tüm partiler şiddetin tırmanmasına neden olmaktadırlar. HEP ise şiddetten arınmış, sorunu demokratik yollardan ve diyalog yoluyla çözmek istiyor. eğer HEP kapatılır, bizler yargılanırsak demokratik çözümü zorlaşır, demokratik yollar tıkanmış olur. HEP’in bölgede %70 oy potansiyeli olduğu hesaplanırsa bu insanların hayallerinin yıkılması demektir.





   Cezaevi tehditleri ve idamlar siyasi sorunları çözmüyor. Kendimizi kıyaslamak istemiyorum ama Şıh Sait, Seyit Rıza idam edildi, sorun çözüldü mü? Adnan Menderes ve arkadaşları ile Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı hangi sorunu çözdü? Menderes idam edildi, onun düşüncesini savunan Demirel 10 yıl Başbakanlık yaptı. Bugün parlamentoda bulunan bir çık milletvekili 12 Eylül askeri rejim döneminde cezaevlerinden geçti. Genel Başkanımız Ahmet Türk’te bunlardan bir tanesidir. Burası Türkiye! Dünün suçlu sayılanları bugünün yöneticileri olabiliyor.





   Sayın Yargıçlar,



   Sonuç olarak,



1-    İddianame HEP’e karşı oluşturulan önyargılı yaklaşımların ürünüdür. Gerçeği yansıtmıyor. Abartılarla doludur.



2-    Resmi ideolojinin karşısında olacağımızın yazılı olduğu parti programımız, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca onaylanmıştır. Bizim konuşmalarımız bu çerçevededir.





3-    Düşünce özgürlüğünün gereği olarak konuşan insanların yargılanması uluslar arası düzeyde Türkiye’yi zor duruma sokmaktan öte hiç birşeye yaramaz. İddianame düşünce özgürlüğünü yargılamaktadır.



4-    Kongreler, partilerin öneri ve düşüncelerinin tartışıldığı siyasi platformlardır. Parti içi sorunlar burada konuşulup, tartışılır. Savcılar ve DGM’ler partilerin politika oluşturmalarına engel olmamalıdırlar. Siyasi süreci engellememelidirler. Parti faaliyetleri DGM kapsamına girmez. Bu iddianame yasal değildir.



5-    Konuşmalarımızdaki bazı sözcükler tabu sayılıp, cımbızla çekilerek konuşmaların bütünlüğü bozulmuştur. Oysa Kürt, Kürdistan, PKK, Abdullah Öcalan sözcüklerini bugün herkes kullanıyor. Günümüzün gerçekliğidirler. Bunları biz yaratmadık. Kürtleri biz icat etmedik.





6-    Kürt sorunu bir gerçekliktir. Her partinin bir Kürt sorununa çözüm paketi veya raporu vardır. Bizim de çözüm önerilerimiz vardır. Bizim çözüm önerimiz düzen partilerinin tersine; diyaloğa dayalı, barışçı ve demokratik çözümdür. Askeri çözümü reddediyoruz. Gönüllü birliğe dayalı eşitliği ve kardeşliği temel alan siyasi çözümü savunuyoruz.



7-    Kürtler yok sayıldığı için bugüne gelinmiştir. “Kürt realitesini” tanıdık diyen iktidar adım atmıyor, gereğini yapmıyor. İddianame günümüz gerçekliğine dayanmayan, realiteyi tanımayan, inkarcı bir mantıkla hazırlanmıştır.



8-    Uluslararası ve genel hukuk ilkeleri hiçe sayılmıştır. İddianame genel hukuku göz önüne almamıştır. Oysa genel hukuk kuralları iç hukuktan önde gelir.





9-    Mevcut Anayasa ve yasaların değişmesi gerektiğini bugün herkes savunuyor. İktidar bir Anayasa taslağı da hazırlamaktadır. ...................................................................... Ancak konuşmalarımız mevcut yasalara göre bile suç değildir.



10-  Bu dava siyasi bir davadır. Hukukla hiçbir ilgisi yoktur. İddia makamı bizim siyasi düşüncelerimize iddianame ile yanıt vermektedir. Oysa bize yanıt vermesi gerekenler siyasi partilerdir, savcılar değil.





11-  Bizim ayrılığı istediğimiz iddia makamının varsayımı ve önyargısıdır. Oysa biz gönüllü ve eşit birlikten yanayız.



12-  HEP’lilerin yargılanması demokratik kanalların tıkanması anlamına gelir. Sorunun çözümüne yarar yerine zarar getirir.





13-  Nevroz ve Şırnak olaylarıyla ilgili anlatımlarımız raporlara ve belgelere dayalıdır.



14-  Devlet işin başından beri bölücü saydığı insanlarla görüşüyor. Bizim görüşmeler yoluyla bu sorunu çözme önerimize ise ceza tehditiyle yanıt veriliyor. Bu çifte standarttır.





15-  Tutuklanışımız, yönlendirmelerin sonucu gerçekleşmiş haksız bir tutuklamadır. Yasal siyasi parti yöneticileriyiz. Adreslerimiz, ikametgahlarımız sabittir. Deliller toplanmıştır. Delilleri yok etmemiz mümkün değildir. Tutukluluğumuzun devamına neden olabilecek herhangi bir gerekçe yoktur.



16-  Konuşmalarımızda suç unsuru olabilecek herhangi bir şey yoktur.





   Yargılanmamın bu aşamasında söyleyeceklerim bunlardan ibarettir. Tahliyemi ve beraatimi talep ediyorum.




   Saygılarımla


                                                                                                          Kemal OKUTAN   

     

     




1 yorum:

  1. Kemal hoca göndermiş olduğun idanameyi sonuna kadar okudum okuduça okiyasım geliyor

    YanıtlaSil