SAVUNMAMDIR-1
1992 yılında HEP
(Halkın Demokrasi Partisi) kongresinde yaptığım konuşma dolayısıyla açılan davaya karşı yaptığım savunmam…
ESAS NO : 1992/120
ÖZÜ : SORGU İFADEMDİR
Sayın Mahkeme Heyeti,
19.09.1992 tarihinde yapılan HEP 2.
Olağanüstü kongresindeki konuşmamdan dolayı heyetinizin karşısında
bulunmaktayım.
Gerçi mahkeme heyetiniz bizi yargılamadan
önce boyalı basın, Ankara DGM Başsavcısı Hasret DEMİRAL, Başbakan Süleyman
Demirel bizleri yagıladılar.
20.09.1992 günü yayınlanan manşetlerine bir
bakalım.
Meydan: “Ankara’da Çirkin Manzara”
Zaman: “HEP Kongresinde PKK şov”
Bugün: “HEP Çizmeyi Aştı”
Milliyet: “Sanki PKK Kongresi”
Tercüman: “HEP Kongresinde Vatana İhanet
Suçu”
Günaydın: “HEP Kongresi Dava ile Geldi”
Hürriyet: “HEP Maskeli PKK Kurultayı”gibi
manşetler atıldı. İddia makamı bu manşetleri iddianamesine alarak bu davayı
meşru göstermek istemiştir. Oysa bu manşetler davanın meşruluğunu değil,
şövenist basının yönlendiriciliğini kanıtlıyor. Tercüman gazetesi ile davanın
açıldığı maddenin çakışması da, iddia makamının tercihini hangi düşünceden
ilham alarak yaptığının kanıtıdır. 20 Eylül’de yayınlanan Günaydın Gazetesi
“HEP Kongresi dava il geldi” diyor. Davanın açılış tarihi çok ...raki bir
tarihtir. Günaydın gazetesi kongrenin yapıldığı 19.09.1992 tarihinde davanın
açıldığını haber veriyor. Bu nasıl dava ki kongrenin yapıldığı gün davanın
açılmasına karar veriliyor? Yoksa bu davanın açılmasına kongre yapılmadan önce
mi karar verildi? Veya MGK’nın Diyarbakır toplantısında alınan karar mı
uygulandı?
Kamuoyunda bizim yasallığımızı sorgulamaya çalışan mantık, bu toplantıda da tecelli etmiş, sorgulanmış ve bizim PKK’ya destek verdiğimiz kararına varılmıştır. Bu davanın adı geçen toplantıyla ilgisi bir yana herkesçe bilinen bir gerçek vardır. O da MGK’nın ülke yönetiminde büyük bir etkinliğinin olduğudur. MGK’nın aldığı tavsiye kararlarından hiçbirinin reddedilmediğidir. Bizim PKK’ya arka çıktığımız kararına varan MGK’nın kararının gerekleri mi uygulanıyor?
Ankara DGM Başsavcısı Sayın Nusret Demiral,
dava açılmadan en az 10 gün önce(10.11.1992) Basına açıklamasını yaptı. Dvanın
TCK’nın 125. maddesinden açıldığının müjdesini verdi. Bu demeç bütün basın ve
haber bültenlerinde yayınlandı. Böylece soruşturmanın gizlilik ilkesini de
ihlal etmiş oldu. Tıpkı bizim ve milletvekillerimiz için “Bunların kimlerin
destekçileri oldukları biliniyor” dediği ve bizi yargıladığı gibi.
Başbakan ise “... Savcılarımız,
Mahkemelerimiz var” diyerek işaret verdi. Kısacası bu dava basının
yönlendirmesi, Sayın Nusret Demiral’ın partimize bakış açısı, Başbakan’ın bir nevi
talimatı sonucunda açılmıştır. Önyargılara dayanan bir davadır. Ve bu dava
hukuki bir dava değil, siyasi bir davadır. Siysi tercihlerin ürünüdür.
Bizler, emniyetin telefon çağrısına uyarak,
kendi isteğimizle emniyete gittik. Ama 10 gün gözaltında tutulduk. T.C.
Tarihinde yasal parti yöneticilerine(Askeri rejim dönemleri hariç) yapılan ilk
uygulamadır. Merak ediyorum: Böyle bir uygulamanın sebebi ne idi? Yoksa daha
önce alınan “Özel bir kararın” uygulanması mıydı? İşin en ilginci de daha biz
gözaltında iken cezaevinde yerlerimizin hazırlanmasıydı. Bu nasıl izah
edilebilir?
Savcılığın TCK’nın 125. maddesinde ısrar
etmesi birşeyi ifade etmiyor mu? Yedek Hakimliğin 3713 sayılı yasadan bizi
tutuklamasından sonra Savcılık davayı yeniden 125. maddeden açtı. Ancak bizim
hangi silahla hangi eylemi gerçekleştirdiğimiz belirtilmemiş. Dilimizin hangi
silahın yerine kullanıldığını bilmiyoruz. Kongre salonunun ise hangi silahlı
eylem alanı olduğu belli değil. Bu yasadışı sayılan kongremizi devletin bir
resmi dairesi olan Seçim Kuruluna dilekçe verilerek, Valiliğe müracaat edilip
salon, yine bir resmi devlet dairesi olan Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünden
kiralandı.
Biz, “Devletin topraklarının bütününün veya
bir bölümünün hangi yabancı devletin egemenliğine girmesine çalışmışız”. Bu da
belli değil.
Bu iddianamedeki bir zorlama var. İddianame
eşi görülmemiş abartıya, önyargıya dayandırılıştır. Abartıdan ve önyargıdan da
öte uyduruk iddialarla doludur. Gerçeklerle bağdaşmıyor, gerçeği yansıtmıyor.
Zorlama çabalarının nedeni de önceden hazırlanmış bir senaryonun uygulama
alanına konmasıdır. Davanın TCK’nın 125. maddesinden açılmasının en büyük
nedeni de HEP’lilere gözdağı vermektir. Korkutmak ve yıldırmaktır.
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ KISITLANAMAZ
İdam istemine neden olan benim genel sekreter
Yardımcısı olduğum HEP’in kongresindeki konuşmamdır. Bir konuşmanın, düşünce
belirtmenin, bizden önce var olan, bizim yaratma ...ımız bir sorun hakkında
çözüm önerisinde bulunmanın “Devletin birliğini bozmaya, devlet hakimiyeti
altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik
eylem...” sayılamaz. Bu iddiayı bir konuşmayla nasıl gerçekleştirdiğimiz
açıklanmamış. Bu kadar büyük bir iddia bir konuşmayla gerçekleşecekse, zaten kimsenin
yapabileceği bir şey kalmamış demektir. “... Devlet idaresi altındaki bir
kısım,...” denilen yer, toprak parçası, coğrafya çok zayıf bağlar mı diğer
parçaya bağlıdır ki bir konuşmayla bölünsün? Dünyada böyle bölünen bir toprak
parçası var mıdır?
Adı geçen kongremizde ben, Büyük Kurultay
delegesi olarak konuştum. Düşüncelerimi açıkladım. Önerilerimi sundum. Bu
düşüncelerimi “Zorla kimseye kabul edeceksiniz” demedim. Kabul etmek
zorundasınız, kabul etmezseniz cezaevine atarım, işkence yaparım, idam ederim
de demedim. Benim söylediklerim düşüncelerimdi. Ben böyle düşünüyorum. Herkes
benim gibi düşünmek, düşüncelerime katılmak zorunda değil. Bende başkalarının
düşüncelerine katılmak zorunda değilim. Örneğin; Ben İddia Makamı gibi
düşünmüyorum. Onun gibi düşünmüş olsaydım burada olmayacak, yargılanmayacaktım.
Türkiye’de resmi ideolojiyi savunmak
serbest, tersini savunmak yasaktır. Herkesin resmi ideolojiyi savunması isteniyor.
Bütün insanların iktidar gibi düşünmesi isteniyor. Çağdaş toplumlarda her türlü
fikir serbestçe savunulur. Devlet hiç kimseye “... Sen benim gibi düşünmek
zorundasın...” demez. Bu toplumlarda devlet gibi düşünmeyenlerde düşüncelerini
söyler. Ve hiçbir cezai müeyyide uygulanmaz. Tek tip insan isteyen toplumlarda
düşünce özgürlüğünden bahsedilemez. Düşünce özgürlüğünün olduğu toplumlar,
düşüncelerin tartışılmasını engellemez, teşvik eder. Tüm düşünceler
birbirlerini ikna yöntemiyle etkilemeye çalışırlar. Bana doğru gelen, başkasına
yanlış gelebilir. Sizin doğru bulduğunuz ideoloji bana yanlış gelebilir. Bu
gayet doğaldır. Doğal olmayan şudur: İktidar sahiplerinin muhalefet düşüncesini
yasaklaması ve kısıtlamasıdır. Cezai müeyyidelerle sindirmeye çalışmasıdır.
Oysa tersi savunulmayan bir düşünce çağdaş değildir.
Türkiye Cumhuriyet yöneticileri sık sık
TCK’nın 141,142,143,163 gibi düşünce özgürlüğünü kısıtlayan ceza maddelerini
kaldırdığını iddia ediyorlar. Ve bununla övünülüyor. Ancak bu maddelerin tümü
Anti-terör yasasının içine başka cümlelerle monte edilmiştir. Örneğin, eskiden
TCK’nın 142/3 maddesine muhalefetten yargılanan basın-yayın organları, yazarlar
ve politikacılar, düşünürler Anti-Terör yasasının 8/1 maddesine muhalefetten
yargılanmaktadırlar. Sosyolog Doktor İsmail Beşikçi eskiden “Türklerin manevi
şahsiyetini zayıflatmaktan” şimdi ise, “Bölücülük propagandasından”
yargılanıyor. Aynı tas, aynı hamam. Değişen, cezaların arttırımı ve yüz
milyonlarca para cezasını eklenmesidir. Bizde düşünce özgürlüğünün bir gereği
olarak düşüncelerimizi açıkladığımız için yargılanıyoruz. “Konuşan Türkiye’de”
konuştuğumuzdan dolayı yargılanıyoruz.
KATILIMCILIK
VE ÇOĞULCULUK EN TEMEL DEMOKRATİK HAKLARDANDIR
Biz, düşüncelerimiz ve önerilerimizle
demokratik yaşama katkıda bulunmaya çalışıyoruz. İnsanların, partilerin,
sendikaların, derneklerin yönetime katılmaları demokrasinin en temel
haklarındandır. Bizde fikirlerimizle demokratik yaşama katkıda bulunuyoruz. Bu
bir görevdir. Bu görevin yerine getirilmesinin engellenmesi demokratikleşmeyi
engeller. Çağdaş demokrasilerde bırakalım partileri 10 üyeli dernekler, küçük
vakıflar bile ülke yönetimine katılırlar. Yönetim üzerinde etki kurarlar.
Şimdilik azınlık olan düşüncelerine taraftar toplar, iktidarın uygulamalarını
etkilemeye çalışırlar. Bunlar çoğulculuk ilkesinin gereğidir. Demokrasi tek
sesli rejim değildir. İktidardakilerin ve devlet yöneticilerinin istediğini
yaptığı, muhalefetin baskı altında tutulduğu bir rejim asla değildir. Muhalefet
ve azınlığında çoğunluk durumuna gelip, iktidar olma yollarının tıkanmadığı
açık rejimdir. Her kurum, kuruluş ve kişinin yönetime katıldığı rejimdir.
Çoğulculuk demokrasinin en temel ilkelerinden birisidir. Bu ilke hiç kimse
tarafından yok sayılamaz. Çok seslilik ve çoğulcu, ...luk herkesin birbirine
fikirlerini anlatabilmelerini gerektirir. Bir ülkede ne kadar fikirler
serbestçe tartışılabiliyorsa, demokrasi o kadar gelişir.
Demokrasiyi hiç kimse, yalnız kendisi veya
kendisi gibi düşünenler için istememelidir. Demokrasi herkes için istenmeli,
hatta sizin gibi düşünmeyeler, zıtlarınız için istenmelidir.
HEP demokrasinin çoğulculuk ve katılımcılık
ilkelerinin bir gereği olarak kurulan, henüz iki yaşında bir partidir. Ancak,
farklı düşünmenin, resmi ideolojinin tersini söylemenin bedelini çok pahalı
ödüyor. Kurulduğu günden bu yana bütün engelleme ve baskılara rağmen, basının,
TRT’nin çarpıtma, yanlış gösterme, savcıların
sık sık dava açmalarına karşın büyüyor. Kontrgerillanın öldürme ve
yaralamalarına rağmen büyüyor. Ama HEP’in büyüklüğü oy tabanıyla sınırlı
değildir. Türkiye’de konuşulmayan, tabulaşmış sorunları konuşup, tartışarak, bu
sorunlara çözüm önerileri sunarak büyük olmuş bir partidir. HEP’in programına
koyduğu birçok sorun bugün başkaları tarafından tartışılıyor. İki yıl öncesinde
“Kürt Sorunu” tabu iken, bugün diğer partiler bile kaçınamıyorlar. Bazıları
“Kürt Raporları” bile hazırlıyor. Doğru veya yanlış, kendilerince çözüm
öneriyorlar. Ama genellikle çözümleri askeri çözümdür. Sorunu askere havale
etmektir. Bu düzeni demokratikleştirmek diye bir dertleri yoktur.
Genel politikaları bu düzeni ve resmi
ideolojiyi savunmaktır. Ancak sorun kendisini dayatmıştır. Avrupa, Amerika ve
daha birçok ülke bu sorunu tartışıyor. Bu durum karşısında düzen partilerinin
sözcüleri de ara sıra bu soruna değinmek zorunda kalmaktadırlar. Yoksa bu
sorunu çözmek istediklerinden değil. Eğer sorunu çözmek isteselerdi, bu konuda
gerekeni de yaparlardı. Ama yine de bu partilerin sözcüleri “Kürt, Kürdistan,
Kürt Sorunu” gibi deyimleri kullanıyorlar. Ama haklarında herhangi bir soruşturma
açılmıyor. Onlar nasıl ki bu sorunu gündeme getirdiklerinde yargılanmıyorlarsa,
bizler de yargılanmamalıyız. Bizim dışımızdaki siyasal partilere tanınan haklar
bize de tanınmalıdır. Kürt Halkının varlığını ve Kürt Sorununa siyasi çözümü
ilk defa HEP savundu. O zaman kıyametler koparıldı. Daha sonraları
Cumhurbaşkanı, “Federasyonu tartışabiliriz”, Başbakan “Kürt Realitesini
tanıdık”, Adnan Kahveci, “Kürtler Milli azınlıktır”, Vahit Halefetoğlu
“Geçmişte yok saydık, şimdi varlıklarını kabul ediyoruz”, .......... Peki, bu yeterli midir?” dediler.
Tarihte doğruları savunanlar bir çok
bedeller ödediler. Ama bugün toplumun tümüne yakını bedel ödüyor. Kimisi canını
vererek, kimisi aç kalarak, kimisi de büyük fedakarlılar yaparak ödüyor.
Galile’yi mahkum eden Vatikan, 300 küsür yıl sonra hatasını anladı ve Galile’yi
affetti. Şimdi öyle bir sorunla karşı karşıyayız ki, bu sorun kısa sürede
çözümlenmezse, toplum daha çok bedeller ödeyecek. Bu sorun Kürt Sorunudur. Ve
acilen çözümlenmelidir. Şiddet ve askeri yöntemlerle değil, barışçı ve
demokratik yöntemlerle çözümlenmelidir. Bu soruna barışçı ve demokratik çözümde
gecikilirse daha çok kan dökülebilir. Bugün ortalama günde 20 Kürt veya Türk
insanı ölmektedir. Yarın bu sayı daha yukarılara çıkabilir. Bu soruna askeri
çözümde diretildiği için insanlar ölmekte, köyler yakılmakta, evler yıkılmakta,
ocaklar sönmektedir. Bağlar bahçeler talan olmaktadır. Hayvanlar telef olmakta,
insanlar sakat, analar çocuksuz, çocuklar anasız babasız kalmaktadırlar. Her
gün insanlar kontrgerilla tarafından katledilmektedir. Tüm bunların nedeni
soruna askeri çözümde ısrar edilmesindendir. Biz Kürt sorununa siyasi çözüm
bulunabileceğini savunuyoruz. Uluslar arası anlaşmalar dahilinde Kürt ve Türk
halklarının eşitliğine dayalı, demokratik çözüm bulunabilir. En akılcı yöntem
ve çözüm siyasi çözümdür. İki halkın eşitliğine dayalı demokratik çözümdür.
Biz, silahların susmasını istiyoruz. Akan
kan durdurulmalıdır. Biz, devletin ilk adımı atması gerektiğini söylüyoruz.
Çünkü biz siyasal parti yöneticisiyiz ve muhatabımızda devlettir. Bunları
devletten istememiz en doğal hakkımızdır.
Bu sorun Türkiye’nin en önemli sorunudur.
Çözmek de devletin görevidir. Sorunun bu kadar büyümesine devlet yanlış
uygulamaları ile neden olmuştur. Düzeltmek de devletin görevidir. Böyle bir
ihmalin olduğunu bir çok çevre kabul etmektedir. Bu ihmali ve hatayı düzeltmek
de hatayı yapana düşer. Eskiden yapılan ve bugünde tekrarlanan hata askeri
çözümdür. Daha birkaç gün önce Başbakan Demirel, “Bir daha Kuyucu Murat Paşa ve
Dersim olayları olmayacak...” diyerek geçmişte katliamların yapıldığını kabul
etmiştir. Evet, Kuyucu Murat Paşa, Dersim ve Zilan katliamları sorunu
çözmemiştir. Demek ki askeri yöntemlerle çözülmüyor ve çözülmez de. Öyleyse
bundan vazgeçilmeli ve soruna siyasi çözüm bulunmalıdır. Demokratik bir düzende
tüm sorunlar çözümlenebilir. “...Kürt Realitesini...” tanıdık diyen iktidar
adım atmalıdır. Kürt Sorunu askere havale edilmemelidir. Böyle yapılırsa Kürt
halkı da Türk halkı da zarar görür. Ve yönetenler Türk ve Kürt halkına en büyük
kötülüğü yapmış olurlar!
Yargılanmamızın bir nedeni de partimizin
kardeşlik ve eşitliğe dayalı çözümünü savunuyor olmamızdır. Askeri çözüme karşı
çıkmasıdır. Devletin askeri çözüm düşüncesine katılmadığımız için yargılanıyoruz.
Bu düzeni demokratikleştirmek istediğimiz için yargılanıyoruz. HEP ve
yöneticilerine yapılan bütün baskıların nedeni budur. HEP’liler bir çok
baskıyla karşı karşıyadırlar. Basının bizi ısrarla PKK ile eşdeğer göstermesi,
düşüncelerimizi çarpıtması, politikacıların hedef göstermesi sonucu başta
Diyarbakır İl Başkanımız Vedat Aydın olmak üzere 30’u aşkın yöneticimiz
katledildi. Kaybolan yöneticilerimiz için Başbakan, ve İçişleri Bakanı “Bunlar
birbirlerini öldürüyor. PKK’nın iç hesaplaşmasıdır” dediler. Kaybolan HEP
Yöneticileri için İçişleri Bakanı “Ya Bekaa Vadisendeler, ya da İstanbul’da
sevgilisinin koynundalar...” diye soranlara yanıt verdi. Milletvekilimiz Leyla
Zana’nın kaldığı eve polis baskın yaptı, Dargeçit, Cizre, Şırnak, Yüksekova, Esentepe
parti binalarımız yerle bir edildi. Binalarda asılı bulunan milletvekili
resimlerine binlerce kurşun sıkıldı. Cenaze yürüyüşü yapan polisler “Vur vur
inlesin, Leyla Zana dinlesin”, “PKK Mecliste”, “HEP kapatılsın”, “Hep’liler
idam edilsin”... gibi sloganlar attılar. Bunlar çoğaltılabilir. En sonunda da
gerekli uyarı yapılmadan partimiz hakkında kapatılma davası açıldı. Şimdi ise
bizler karşınızdayız.
Kürt sorununu ilk gündeme getirip, resmi
ideoloji dışında çözüm aramanın bedeli budur. Bu davanın esas mantığının
altında yatan, Kürt sorununa demokratik çözüm önermemizdir. Bakınız, Kürt
Sorunu öyle bir aşamaya gelmiştir ki, diğer siyasi partiler ve basında bu
soruna değiniyor. 8 Kasım 1992 günü “... Kültürel çoğulculuk ve Kürt Sorunu”
konulu bir panel yapıldı ve 9 Kasım günü basında yer aldı. Adı geçen panele
emekli Büyükelçi Kamuran Gürün, SHP Grup Başkanvekili Ercan Karakaş ve ANAP
Milletvekili Adnan Kahveci katıldı. Bu paneldeki konuşmaları kısaca aktarmak
istiyorum. Emekli Büyükelçi Kamuran Gürün, “... Bugün Türkiye’de yüzlerce Kürt
aşireti var. Yaşanan sorunlarda bizimde ihmalimiz var...”, SHP Grup
Başkanvekili Ercan Karakaş ise şunları söylüyor: “... Türkiye gelecek yüzyıla
büyük sorunlarla giriyor. Ve bunların en önemlisi Kürt Sorunudur. Eskiden bunu
telaffuz bile edemiyorduk. Kürt sorunu Türkiye’nin önündeki en büyük engeldir.
Kürtlerin varlığı, inkar edildi, onlar yok sayıldı, sorunlar böyle başladı.
Bugün Kürtlerin varlığı nihayet kabul edildi. Ancak kendilerini ifade
edebilmelerine olanak verilmedi. 12 Eylül askeri diktası Kürtçeyi yasakladı.
Kürtçülük suçlamasıyla partiler kapatıldı. Bugün HEP’in kapatılması gündemde,
sorunu çözmek için askeri çözümler dayatıldı. Ama sorun çözülmedi büyüdü. Kürt
Sorunu açıkça tartışılmadı. Yapılması gereken, sorunu açıkça tartışıp yasaları
da yeni duruma uydurarak demokratik bir yapı oluşturmaktır. Demirel Kürt
Realitesini tanıdı, ancak gereğini yapmadı...” Panelde konuşan ANAP
Milletvekili Adnan Kahveci, “... Kürt Sorunu konusunda Türkiye büyük bir
ihmalin içinde. Baskıların, yasaklamaların birlikte yaşama arzusunu arttıracağı
sanılırken, bunun tersi ortaya çıkmıştır. Koalisyon önce Kürt Realitesini kabul
etti. Sonra da bu sorunu askere ihale etti. Kürt Sorununu askeri yöntemle çözme
deneyi sorunu kangren haline getirmiştir. Bugün hala birtakım aydınlar atılan
birtakım demokratik adımların teröre prim verdiğini söylüyorlar. Türkiye’de
Olağanüstü Hal çözüm değildir. Bölünmeden hiç korkmuyorum GAP TV’sinde neden
Kürtçe şarkı türkü okunmasın?...”
Eğer HEP yukarıdaki açıklamaları yapmış
olsaydı, TCK’nın 125. maddesinden bir dava daha açılırdı. Düzen partilerinin
kendilerine göre çözüm üretmeleri doğal sayılıyor. Çünkü bu partilerin
açıklamalarında ciddi olmadıkları biliniyor. Her gün sorunu askere havale
ederlerken arasıra da böyle açıklamalar yapıyorlar. Aslında bu açıklamaların da
çok iyi niyetle yapıldığına inanmıyorum. Eğer böyle olsaydı bu görüşlerinde
ısrar ederlerdi. Köşe yazarlarında da durum biraz böyledir. Genellikle askeri
çözümü savunurlarken, arada bir siyasi çözümden de bahsetmektedirler. Bakınız
Sabah Gazetesi köşe yazarlarından Hasan ...al 28.10.1992 tarihli sayıda şöyle
diyor: “... Kürt varlığıyla, Kürt sorununu kimse görmezden gelemez. Bu gerçek
Türkiye için geçerli olduğu gibi Ortadoğu açısından da bu böyledir...” Türkiye’nin
70 yıllık resmi politikası bu gerçeği yok saymış, olduğu içindir ki bugünkü
çıkmaza girilmiştir. Sopa politikası iflas etmiştir (Vurgulama
Benim).
Görüldüğü gibi bizim dışımızdaki partiler ve
köşe yazarları da bazen bizim açıklamalarımıza benzer açıklamalar yapıyorlar.
“Kürt Sorunu, Kürt varlığı, Sopa politikası iflas etmiştir, Sorun askere havale
edilmiştir, Kürt sorunu açıkça tartışılmıyor, Bu sorun demokrasinin önündeki en
büyük engeldir” gibi belirlemeler yapılıyor. Bunları görmek için günlük basını
takip etmek yeterli.
Peki bu partiler Kürt sorunundan
bahsediyorlar da niçin çözümü için uğraşmıyorlar? Sorunu neden askere havale
ediyorlar? Bu sorunun çözümünü istemeyen güçler kimdir? MGK mı? Silah
tüccarları ı? Emperyalist güçler mi? Düzen partileri Kürt Sorununun çözümünü
engelleyen güçleri de açıklamak zorundadırlar.
Görülüyor ki bizim üzerinde hassasiyetle
durduğumuz kimi konular diğer partiler ya da kişiler tarafından da zaman zaman
dile getirilebiliyor. Öyleyse neden biz bu söylediklerimizden dolayı
yargılanıyoruz? Hemen belirteyim biz kimsenin böyle bir yaklaşım ve politika
içerisinde olduğu için yargılanmasını doğru görmüyoruz. Ancak kullanılan çifte
standardı gözler önüne sermek amacıyla bu ifadeleri açıklamak gereğini
hissettim. Bizim yargılanmamızın gerekçesi bahse konu konuşmalarımız değildir.
Daha çok resmi ideolojiye karşı, rejimin çıkmazlarına karşı halkçı, demokrat ve
gelenekçi politikalardan farklı oluşumuz bizleri sanık sandalyesine
oturtmuştur.
FİİLİ HUKUKLA POZİTİF HUKUK
ÇELİŞMEKTEDİR.
Türkiye’deki pozitif hukuk 12 Eylül
düzeninin yansımasıdır. Oysa k Toplum 12 Eylül düzenini aşmıştır. Pratikte bu
yasaların hiçbir meşruiyeti kalmamıştır. Nitekim, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve
diper siyasi parti yöneticileri de bu yasaların kalkmasını savunmaktadırlar.
Hatta iktidar bir Anayasa taslağı hazırlamaktadır. Görülen odur ki mevcut
yasalar günümüz gerçekliğiyle bağdaşmamaktadır. Günümüzün ihtiyaçlarına cevap
vermemektedir. Bu yasaların uygulanmamasından doğan fiili bir hukuk olmuştur.
Şimdi yapılması gereken fiili hukukun pozitif hukuk haline getirilmesidir. Bu
yapılana kadar ise hukukçular, geçerliliğini yitirmiş yasaların yerine
içtihatlarıyla yasallığı zorlamalıdırlar. Bu iki hukuk sistemini bir örnekle
kıyaslamak istiyorum. Siyasi partiler yasasının 81. maddesi şöyledir:
“...Siyasi Partiler a- ... Milli veya dini, kültür veya mezhep veya dil veya
ırk farklılığına dayanan azınlıkların bulunduğunu ileri süremezler. b- ... Türk
dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürleri korumak veya yaymak...
amacını güdemezler...” 27.11.1991
tarihli hükümet programı ise şöyle: “...Yurttaşlarımız arasında kültür,
düşünce, dil ve köken farklılıkları olması doğaldır... Çeşitli etnik, kültür ve
dile ilişkin kimlik özellikleri özgürce ifade edebilecek, özenle korunabilecek
ve rahatça geliştirilebilecektir...” SHP Merkez Yürütme Kurulu raporu ise
şöyle: “...Doğu ve Güneydoğu’nun bölümlerinde yaşayan yurttaşların bir bölümü
etnik açıdan Kürt kökenlidir... kürt kimliğini kabul ederek kendisine Kürt
kökenliyim diyen yurttaşlara kişiliklerini hayatın her alanında, istedikleri
gibi ve özgürce belirleme hakkına sahip olmaları olanağı sağlanacaktır.
Bu örnek yalnız başına mevcut yasaların
uygulama olanağı kalmadığını göstermektedir. Örnekten kolayca anlaşıldığı üzere
mevcut yasalar etnik köken farklılığı olduğunu kabul etmezken, ileri sürmeyi
yasaklarken, hükümet programı ve SHP raporu tersini savunmaktadır. İddianamenin
dayandığı temel mantık kabul edilirse iktidar partileri SHP ve DYP de
kapatılır. Federasyonu tartışabiliriz, diyen Özal, Kürt realitesini kabul ettik
diyen Demirel, Adnan Kahveci, Ercan Karakaş... ve daha birçok kişi de
yargılanır. Mevcut yasaların uygulama olanağı kalmamıştır. Toplum bu yasaları
aşmıştır. Peki ne yapılmalıdır? Bana göre eğer yasalar toplumsal gerçeği
yansıtmıyor ve toplumun gerisinde kalmışsa; hukukçu, içtihat ve uygulamalarıyla
asa koyucunun dikkatini çekmelidir. Hukukçu bir yasal formaliteyi uygulayan
sıradan bir devlet memuru değildir. Çağdaş hukukun amacı güçsüzü güçlüye
ezdirmemektir. Eğer bir toplumda güçsüzler, güçlülere, mazlumlar acımasız ve
zorbalara karşı gerçekten korunabiliyorsa kişilerin hak ve özgürlükleri devleti
yönetenlere karşı garanti altında bulunuyorsa o ülkede adalet vardır.
MEVCUT
YASALAR, ULUSLAR ARASI HUKUK VE GENEL HUKUK NORMLARIYLA ÇELİŞİYOR
Medyaların etkinliğinin arttığı, dünyada
yaşayan halkların sorunlarının iç içe geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. Ortak
çıkarların, ortak değerlerin önem kazandığı günümüzde hiç kimse, hiçbir kurum,
hiçbir devlet “dünyanın herhangi bir yerinde olan şu olay beni ilgilendirmez”
diyemez. Nerde olursa olsun her olay tüm insanlığı ilgilendiriyor. Irak’ın
Kuveyt’i işgali dünyadaki dengeleri altüst etti. Bu olayın sonuçları hala dünya
dengesinde değişiklikler yaratıyor. Kürt Sorunu, Bosna-Hersek olayları, açlık
sorunu, atmosferin delinmesi, Sovyetlerin dağılması... gibi sorunlar herkesi
etkilemektedir.
Barış, demokratikleşme ve insan hakları
sorunları bugün artık tüm dünyanın ortak değerleri haline gelmişlerdir. Bu
konularda ortak metinler anlaşmalar oluşturulmuştur. İşkence ve kötü muamele
yasaklanmış, insanlığın ortak soruları haline gelmiştir. ama ne yazık ki
dünyanın bazı bölgelerinde yaşayan insanlar hala bu ortak değerlere sahip çıkmıyor.
Bu bölgelerde insan hakları ihlalleri devam ediyor. Türkiye bu ortak değerlere
sahip çıkacağını tüm dünyaya ilan ettiği halde yoğun biçimde insan hakları
ihlalleri yaşanmakta, faili meçhul cinayetler işlenmektedir. Siyasi şubelerde
insanlar kaybolmaktadır. Türkiye yükümlülük altına girdiği, “uyacağım” dediği
kurallara uymuyor. Türkiye bu sözleşmelere uyacağını beyan etmekle kalmamış
anlaşmalara imza koyarak bu ilkeleri Anayasanın 90. maddesine göre birer
anlaşma olmaktan öte, birer iç yasa kuralı olmuşlardır. Türkiye bunlara uymak,
gereklerini yerine getirmek zorundadır. Anayasanın ve diğer yasaların bunlara
uygun hale getirilmesi bir zorunluluktur. Türkiye, Birleşmiş Milletler İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı ve AGİK süreci
gibi anlaşmalara imza koymuş, yükümlülük altına girmiştir. Bu anlaşma maddeleri
aynı zamanda Türkiye’nin iç hukuk kuralları haline gelmişlerdir. Ama ne yazık
ki bu hukuk kurallarının gerekleri hala yerine getirilmiyor.
Partimizin temel politikalarından bir tanesi
de bu anlaşmalara Türkiye’nin uyma zorunluluğunu ortaya koymamızdır. Zaten
Türkiye bu anlaşmalara uymadan da ülkeler arasına giremiyor. Avrupa kapıları
yıllardan beri aşındırılıyor, ancak Avrupa Ülkeleri “İnsan Hakları ihlallerini ortadan
kaldırın, işkence yapmayın, Kürt sorununa siyasi çözüm bulun” diyerek kapıdan
geri çevirmektedir. Avrupa parlamentosu, son aldığı bir kararla Türkiye’nin
“Kıbrıs, İnsan Hakları ve Kürt Sorununu çözmek” şartıyla bu kurumlara üye
olabileceğini tekrarlamıştır.
Bu durumu en yüksek yargı organının üyesi
olan Yılmaz Aliefendioğlu Sosyalist parti kapatılması davasında şöyle dile
getiriyor: “...Türkiye 1990 yılında imzaladığı Paris Paktıyla ulusal
azınlıkların, etnik, kültürel, din ve dilinin korunacağını, ulusal azınlıklara
mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutulmaksızın ve yasa önünde tam
bir eşitlikle, ... olarak beyan etmeye ve korumaya ve geliştirmeye hakkı
olduğunu güvence altına alındığını” hatırlattığı o yazısında “...Türk-Kürt
federasyonunu savunmanın ve Kürtlerin dillerini, kültürlerini geliştirme,
siyasal çalışma ve örgütlenme haklarının bulunduğunu söylemesinin devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma anlamına gelmez...” iddia
makamı bu sözleşmeleri göz önünde bulundurmayarak iç hukuk kuralları ve genel
hukuk normlarıyla çelişmektedir. Yasakçı, inkarcı ve gerçekliğimizle
bağdaşmayan gerekçelerle iddianame, hazırlanmıştır.
Yine Paris şartının bir bölümünde şöyle
deniliyor: “...Bir ulus içinde azınlıkların kültür, din ve dil yönünden ait
oldukları kimliğin korunacağını ve azınlıklara mensup kimselerin hiçbir ayrım
yapılmaksızın yasa önünde tam bir eşitlik içinde iş bu kimliği serbestçe ifade
etmek, korumak ve geliştirmek hakkında sahip olduklarını teyid ederiz...Halkların
eşit haklara sahip bulunduğunu ve halkların BM Anayasasına, devletin toprak
bütünlüğü de dahil, uluslar arası hukukun ilgili normlarına göre uygun olarak
kendi kaderlerini tayin hakları olduğunu teyid ederiz...”
Bu anlaşmaya göre Türkiye “...Ulusal azınlıkların
etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerinin korunacağını, ulusal azınlıklara
mensup kişilerin bu kimliklerini ayrıma tabi tutmaksızın ve yasa önünde tam bir
eşitlikle hür olarak beyan etmeye, korumaya ve geliştirmeye hakları
olduğunu...” kabul etmiştir. Ancak ne yazık ki Türkiye Cumhuriyet yetkilileri
ve kurumları buna rağmen hala eski politikalarını tekrarlamaktadırlar. Bunun en
iyi örneği elimizdeki iddianamedir. İddianamenin mantığı günümüz gerçekliğiyle
bağdaşmıyor. Uluslar arası hukukla çelişiyor, insanlığın ortak değerlerini hiçe
sayıyor. Kısacası iddianame resmi ideolojinin yeniden bir tekrarıdır.
Anayasa ve Ceza yasaları kuralları, uluslar
arası hukuk ve genel hukuk kurallarının önünde gelmez. Yine bunu Anayasa
Mahkemesi üyesi Yılmaz Ali Efendioğlu SP kapatma davasında hukukun genel
kurallarının Anayasa kurallarından önde geldiğini belirterek...” katılmadığını
belirtmiştir.
Hukukun genel kuralları gözardı edilerek
hazırlanan iddianame hukuki değildir. Siyasi bir metindir. Resmi ideolojinin
ürünüdür. Gerçekliğimizle çelişiyor.
KONUŞMALARIMIZDA
SÖZCÜKLER CIMBIZLA ÇEKİLEREK YARGILAMA KONUSU YAPILMIŞTIR
Partimizin bütün basın açıklamaları, yöneticilerimizin tüm konuşmalarında
eşitliğe, kardeşliğe dayalı çözümden bahsedilmektedir. Ancak basın,
açıklamalarınızın başlıklarını çoğu zaman çarpıtarak atmıştır. Tüm
açıklamalarımızın başlıkları başka, içerikleri başkadır. Amaç, bizi kamuoyunda
yanlış göstermek kafa karıştırmaktır. Örneğin Türk halkının, işçisinin,
emekçisinin sorunlarını dile getirdiğimiz basın açıklamalarımız basında hiç yer
almıyor. Bazen de işçi grevini ziyarete giden yöneticilerimiz gözaltına alınıp
“...Siz Kürtsünüz, neden işçi sorunlarıyla ilgileniyorsunuz?...” denmiştir.
Türk kökenli kökenli yöneticilerimiz gözaltına alınırken “...Siz Türksünüz, bu
Kürtlerin arasında ne işiniz var?...” demektedirler.
Görüldüğü üzere basın yaptığı çarpıtmalarla aslında sadece bizi değil,
esas olarak Türk Kürt halkının kardeşliğini baltalamaktadır. Kamuoyunda resmi
ideolojinin ve basının çabaları sonucu “Kürt partisi” imajı içerisinde boğulmak
istenen partimize yakıştırılan bu sıfat doğru kabul edilse bile bu Türk ve Kürt
halkından insanların ortak demokratik değerler adına birarada bulunmalarına
engel midir? Ne demektir siz Kürtsünüz, işçilerle ne işiniz var ya da siz
Türksünüz, Kürtlerin içinde ne işiniz var? Bunu soranlar bizler değiliz bazı
güvenlik güçleridir. Şimdi bölücülük sıfatlandırılması bize mi yoksa bunlara mı
daha çok yakışıyor? Biz Türkiye2de yaşayan bütün emekçi insanların eşit ve
özgür koşullarda birliğini savunuyoruz. O yüzden de bu soruları sormuyor,
tersine soranların yanlış yaptıklarını savunuyoruz.
Tüm arkadaşlarımın, bu arada benim de konuşmalarımın bütünlüğü
bozularak, içindeki Kürdistan, PKK, Abdullah Öcalan sözcüklerinin altı
çizilerek soruşturma yapıldı. Gözaltında iken polis, daha sonraları savcı ve
yedek hakimlikte aynı yol izlendi. Bizlere sorulan sorular genellikle bu dört
sözcük üzerine oluşturuldu. İddianamede de aynı şeyleri görmek mümkün.
Benim konuşmamda öne çıkarılan soruları kısaca yanıtlamak istiyorum.
İddia makamı konuşmamın “ilk cümlesinde Kürdistan diyerek” bölücülük yaptığımı
iddia ediyor. Kürdistan sözcüğünü ne ben ne de partim icat etmedi. Bu sözcük
Osmanlı Padişahları, Atatürk, İnönü ve birçok insan tarafından da
kullanılmıştır. Osmanlı döneminde çok rahat bi şekilde kullanılan Kürdistan
sözcüğü 1930 yıllarından itibaren terkedilmiştir. Çünkü Kürtler bu tarihlerden
sonra yok sayılmıştır. Kürtlerin Türk oldukları ileri sürülmeye başlandı. Kürt sözcüğünü
ise bütün burjuva partileri bile kullanmaktadırlar. Osmanlı döneminden bir
örnek vermek istiyorum. Kanuni’ye ait Hükmü Şerif de şöyle deniliyor: “...Yavuz
Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müsbet ve hayırlı işlerde
bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifade eden, bilhassa bu defa
ki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesini yararcılık gösteren Kürt
beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri özkulluk ve dilaverlikleri
karşılığı olarak ve gerek kendilerinin müracaat istirhamları gözönüne alınarak
her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eşyalar ve kaleler
geçmiş zamandan beri yurt.... ve ocakları olduğu gibi, ayrı beraatlarla ihsan
edilen yerleri de kendilerine verilip tasarruf oldukları eyaletleri, kaleleri,
şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek
şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla
anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamak, dışardan müdahale ve taarruz edilmemelidir...
Bunlar anlaşmazlıklara Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle
yapacaklar. Eğer bey ölmüşse varissiz, akrabasız ölmüşse o zaman eyaleti
hariçten ve yabancılardan kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp
ve ittifak edilip, onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi
uygun görürlerse tevcih edilecektir...”
Topkapı Müzesi arşivi. E11969’dan aktaran Nazmi Sevgen: Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da Türk beylikleri Osmanlı belgeleri ile Kürt Türkleri tarihi
TKAE yayınları 1982 Sayfa 42’den sadeleştirilerek Yurt Ansiklopedisi. Cilt 4
Sayfa 2311 ve M.Çimen age.sayfa 37-38)
Bu örneği vermemin amacı Osmanlı döneminde Kürdistan sözcüğünün
kullanıldığını göstermek ve Kürtlerin şimdikine oranla daha iyi olduğunu
kanıtlamaktır. Tabi Kızılbaşlara karşı savaşmaları karşılığında. Osmanlı
döneminde de Kürtlerin sorunları vardı. Eziliyorlardı, horlanıyorlardı, ciddi
hiçbir hakları yoktu, çeşitli baskılarla karşı karşıyaydılar... En büyük fark
Cumhuriyet öncesi Kürtler yok sayılıp, inkar edilmiyorlardı. Kendi sorunlarının
bazılarını kendileri çözüyorlardı. Bir nevi iç özerkliğe sahiptiler. Bu durum
Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar devam edip daha sonraları baskıyla, zorla yok
sayılmıştır. Asimilasyon politikasıyla eritilmeye çalışılmışlardır.
Yukarıdaki alıntıdan da görülüyor ki Kürdistan, benim icat ettiğim bir
sözcük değildir. Kürtlerin üzerinde yaşadıkları coğrafyaya tarihin her
döneminde Kürdistan denilmiştir. Asya Türklerin oturduğu yer, Türkistan,
Kazakların üzerinde yaşadıkları coğrafya, Kazakistan; Taciklerin oturduğu arazi
ve topraklar Tacikistan; Ermenilerin ki Ermenistan,.... Kürtlerin üzerinde
yaşadıkları toprak parçası, coğrafya da Kürdistandır. HEP 1990 tarihinde
kuruldu. Kürdistan sözcüğü bu yazıda da görüldüğü gibi en az 4 asır önce
kullanılmıştır.
Yine, Kanuni’ye ait Hükmü Şerif incelendiğinde Kürt ve Kürdistan
sözcükleri kullanılmakla kalmamış, “eyaleti hariçten” denilerek eyalet
sisteminden bahsedilmiştir. “...Eğer bey ölmüşse varissiz, akrabasız ölmüşse o
zaman yabancılardan kimseye verilmeyecek Kürdistan beyleriyle görüşülüp münasip
görürlerse...” denilerek iç ve geride olsa bir özerklikten bahsedilmiştir. Bu
alıntılardan a.ıkça anlaşıldığı gibi Osmanlı döneminde Kürt beyleri bazı
kararları kendileri verebiliyorlardı.
Sayın Yargıçlar;
Tarih ve Sosyoloji konuları hukuk konusu yapılamaz. Bizim
söylediklerimiz tarih ve sosyoloji biliminin konularıdır. Söylediğimiz
gerçekler de tarihsel belgelerle kanıtlanmıştır.
Atatürk döneminde de bu sözcüklerin kullanıldığını birkaç örnekle
vurgulamak istiyorum.
Amasya Protokolü: “...Vatan Türk ve Kürtlerin oturduğu arazi olarak
belirlenmiş ve bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü...”
(Anayasa mülakatı 2.tutanağı Belgelerle Türk Tarihi Dergisi sayfa 13, Sabahattin
Selek, Milli Mücadele sayfa 328)
Atatürk 18 Haziran 1919 Samsun’da: “Kürtler Türklerle birleşti...(Nutuk
3 sayfa 910)
1 Mayıs 1920 TBMM Kürsüsünde “...Efendiler, Meclis-i Alinizi teşkil eden
zevat yalnızca Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir. Yalnız Kürt değildir.
Yalnız Laz değildir.....” (Atatürk Söylev ve Demeçleri 1 sayfa 70,71)
ismet İnönü, Lozan Konferansı’nda Türkiye Büyük Millet Meclisi Türklerin
Olduğu kadar Kürtlerinde meclisidir...” (Seha L.Meray Lozan Barış Konferansı
takım 1 cilt 1 kitap 1 sayfa 348-349)
6 Mayıs 1923 Bitlis mebusu Yusuf Ziya “...Arkadaşlar, temenni ederim ki,
Musul Türkiye’nin bir parçasıdır. Nüfusundan fazlası Kürttür, Musul’un kürdün
tarihinde bir kıymeti vardır...” (TBMM Gizli Zabıtları 4 sayfa 162)
bu örnekler çoğaltılabilir. Eğer iddia makamının mantığına bakılırsa
yukarıda isimleri geçenlerin ve daha birçok insanın mezardan çıkarılıp
yargılanmaları gerekir. Yukarıdaki örneklerden çok açık bir biçimde, Kürt, Kürt
yurdu, Kürt tarihinden bahsediliyor.
Bu verdiğimiz örnekler söyleyenlere katılıp katılmamamızdan bağımsız
olarak sadece Kürtlerin varlığı konusunda iddia makamının bizimle girmeye
çalıştığı polemiğe bizim dışımızdakilerin verdiği cevaptır. Bu yanıtlar bile
mevcut Anayasa ve yasaların yaşadığımız toplumsa ve tarihsel gerçeklerle
uyuşmadığını göstermektedir.
Konuşmamın yine bir bölümünde Türkiye’de yetkililerin Bosna-Hersek,
Kıbrıs, Azerbaycan-Karabağ konularında çaba harcadıklarını (Federasyon
istedikleri) özellikle Kürt kökenli olan Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’in
bunları yaparken Kürtlerden bahsetmediğini, Kürt sorunu ile ilgilenmediğimi
belirttim. Ve böyle davranarak Hikmet Çetin’in yeni bir İdris-i Bitlis’i
olduğunu anlattım. Kürt olmayan bazı politikacılar Kürt sorunundan
bahsettikleri halde Hikmet Çetin Türk olduğunu söylüyor. Avrupa’daki uluslar
arası toplantılarda ise kendisi Kürt olduğunu ve Kürtlerin bakan bile
olabildiklerini söylüyor.
İdris-i Bitlis’i ise bir Kürt aşireti reisi idi. Osmanlı padişahı Yavuz
Sultan Selim, Kürtlerin kendi içinden BİR Kürt beyini temsilci olarak
seçmelerini söylemiştir. Bu seçilecek bey Kürtlerle Osmanlılar arasındaki
ilişkileri sağlayacaktır. İdris-i Bitlisi ise “bu beyi Osmanlı tayin etsin”
demiştir. Çünkü Osmanlılarla kendisinin iyi ilişkileri vardır ve kendisinin
tayin edileceğini biliyor. İdris-i Bitlis’in bu tavrı Kürtlerin o dönem içinde
yönetim üzerinde ağırlıklarını zayıflatmıştır. İkisi arasında bir benzetme
yaptım. Konuşmamın bir bölümünde de Nevroz Bayramı sırasında sivil halkın
katledildiğini söyledim. PKK baskınının bahane edildiğini belirttim. Şırnak’ta
da aynı durumun sözkonusu olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu olayları anlatırken
bölgeye giden heyetlerin raporlarına dayanarak söyledim. İddia makamının bizim
PKK’nın baskınını inkar ederek siyasi sözcülüğünü yaptığımızı iddia ediyor.
Bazı belgelere dayanarak yapılan konuşmalarla PKK’nın siyasi sözcülüğünün
hiçbir ilgisi yoktur. İddia makamının mantığına göre bölgeye giden yerli ve
yabancı heyetler ile yine yerli ve yabancı gazetecilerin çoğu PKK’nın siyasi
sözcüsüdürler. Aslında biz değil, iddia makamı siyasi bir metin olan mevcut
iddianameyi yazarak bir siyasi parti sözcüsü gibi davranmıştır. Çünkü bu
iddianame hukuki bir metin değil, siyasi bir metindir. Hukuki hiçbir dayanağı
yoktur.
İddia makamı madem ki bir siyasetçi gibi davranıyor, öyleyse aşağıdaki
sorulara da yanıt vermelidir. Aksi halde dayanaktan yoksun bir iddianame ile
bizi suçlamış olacaktır. Son Şırnak olaylarında yakalananların kaçı PKK’lıdır?
TCK’nın 125. maddesinde yargılananlardan kaçı serbest bırakıldı? Kaçı silahla
yakalandı? Bu silahlardan kaçı ruhsatlı idi? PKK’lılar şehre girdiyse nasıl
girdiler? Şehir kordon altında iken nasıl kaçtılar? İçişleri Bakanı şehri basan
PKK’lıların sayısını özne 1000-1500 olarak verdi, sonra 500-600 kişiye düştü.
Bunlardan hangisi doğrudur? Yakalananlardan kaçı devlet güçlerinden, kaçı
PKK’lılardan idi? Adı geçen raporlar hiçbirinin ne PKK’lı ne de güvenlik
güçlerinden olmadığını söylüyor. Peki güvenlik güçleri kiminle çatıştılar?
Şehir iki gün ağır toplarla dövüldü, bu ağır yoplar kime aitti? Tahrip olan
yerlere isabet eden mermiler Cumhuriyet meydanından atılmıştır. Cumhuriyet
meydanına kurulan panzerler kime aittir?... Yukarıda sorduğum sorular o
günlerde bazı basın yayın organları tarafından da İçişleri Bakanına soruluyor,
bakan hiçbirine yanıt veremiyordu.
Nevroz olayları sırasında Başbakan “...Kırıp dökmeden halk Nevroz
bayramını kutlayabilir...” demişti. Nevroz bayramı sırasında bazı il ve
ilçelerde hiç olay çıkmazken, bazı yerlerde katliamlar yaşandı. Örneğin
Diyarbakır’ın birçok mahallesinde kutlamalar yapılırken, hiçbir olay yaşanmadı.
Ama Cizre, İdil, Şırnak, Nusaybin...vb. yerlerde olaylar yaşandı. Neden bazı
yerler?
PKK baskını olsa bile bu, güvenlik güçlerine evleri, işyerlerini,
arabaları kurşun ve top yağmuruna tutma hakkını verir mi? Bunlar neden yapıldı?
Sorumluları hakkında hiçbir soruşturma neden başlatılmadı?
Aslında bizim sorularımıza, konuşmalarımıza iddia makamı değil, siyasi
partiler cevap vermeliler. Bizim siyasi muhataplarımız sessiz ve suskun
kalırlarken iddia makamı kendini siyasi bir merci olarak görüp, siyasi bir
metin olan iddianame ile neden cevap vermektedir?
Nevroz bayramı sırasında bölgeye giden heyetlerin raporlarından birkaç
örnek vermek istiyorum. DİYARBAKIR TABİP ODASI: Uzun namlulu silahlarla öldürme
kastıyla bazen yakın atış yapılmıştır. 12 ameliyat yaptık. Ne bir PKK’lı ne de
bir güvenlik görevlisi vardı... Olay yerindeki yaralıları taşıyan taksi
şoförleri, ambulanslar güvenlik güçleri tarafından dövülmüşlerdir. Arabaları
taranmış, TİM, polis, burada ölün diyerek yaralıların hastaneye sevkini
geciktirmişlerdir. Hastaneye gelenler ne PKK’lı, ne de güvenlik güçleriydi,
hepsi köylü halktı... İL SAĞLIK MÜDÜRLÜĞÜ: Panzerlerden evlere ve insanlara rastgele
ateş açılmaya başlayınca halk önce panikledi, sonra oturdu. Ateşe devam etti.
İnsanlar kaçışmaya, evlere sığınmaya başladılar. CİZRE İHD TEMSİLCİSİ AV.
MEHMET ALİ DİNLER: Devletler hukukuna göre havan topu, roket, uçaksavar, top
ilan edilmemiş bir savaş olmadıkça kullanılamaz. Nevroz’da güvenlik güçleri
bunları halka karşı kullandı... Nevroz şenliği yapılacaktı mezarlığa giderken
önleri kesilip, mezarlığa gidemezsiniz denilince insanlar oturmuş. Sonra özel
tim ve asker ateş açmış. İNSAN HAKLARI HEYETİ RAPORU: ...Yere oturan halkın
üzerine panzerler sürüldü... Kısa bir süre sonra silah sesleri gelmeye başladı.
Herhangi bir pankart, bayrak açılmadığı ve slogan atılmadığı halde neden
müdahele edildiğini sorduğumuzda, Emniyet Amiri: “Biz emir kuluyuz, emir
yukarıdan geldi” diye yanıt verdi. Başbakanın kırıp dökmeden Nevroz’u
kutlayabileceklerini söylediğini, bu davranışın Başbakanla çeliştiğini
söyleyince de, “pankart açmamışlardı ama açacaklardı” diye yanıtladı. SHP
HEYETİNN RAPORU: Ne yazık ki bölgede yapılan gösteri, eylemlere karşı güvenlik
güçlerinin bir bölümü tahammülsüzlük göstermiş ve sivil halka ateş açarak kan
dökülmesine ve olayların tırmanmasına yol açmıştır. BAŞBAKAN DANIŞMANI İLNUR
ÇEVİK: Güneydoğu’daki olaylardaki kan dökülmesinde, sivil otoriteyi dinlemeyen
bazı güvenlik güçlerinin sorun oluşturduğunu savunarak, güvenlik güçleri acaba
başka mercilerden mi güç alıyorlar diye sormaktaydı.
Diyarbakır Tabip Odası’nın “Hastaneye gelenler ne PKK’lı ne de devlet
güçleri idi...” yazılı raporunda açıkça çatışanların PKK’lılarla devlet güçleri
olmadığı anlaşılıyor mu? Ne bir PKK’lının ve ne bir güvenlik gücünün
yaralanmadığı bu olayda, güvenlik güçleri kime ateş açmışlardır? İl Sağlık
Müdürü’nün: “...Panzerlerden evlere ve insanlara rastgele ateş açılmaya
başlayınca...” demesi bile halka ateş açıldığını anlatmıyor mu? “...Mezarlığa
gidemezsiniz...” denilince insanlar oturmuş, özel tim ve asker ateş
açmıştır...” diyen Cizre İHD temsilcisinin anlatımlarından güvenlik güçlerinin
oturan sivil halkın üzerine ateş açtığı anlaşılmıyor mu?
Yere oturan insanların üzerine üzerine panzer sürüldü, cümlesinden ne
anlaşılıyor? SHP’nin raporundaki kan dökülmesine neden olan tahammülsüzlük
gösteren güvenlik güçleri kimlerdir? Bunlara emri kim verdi? Haklarında soruşturma
açıldı mı? İlknur Çevik’in dediği kan dökülmesine neden olan, sivil otoriteyi
dinlemeyen güvenlik güçleri kimlerdir? Kime bağlı olarak çalışıyorlar?
Tüm rapor ve açıklamaların ortak noktası, devlet güvenlik güçlerinin
halka ateş açtıkları doğrultusundadır. Bende bu rapor ve beyanlara dayanarak,
bu gerçekleri dile getirdim. Bölgeye gidip, dönenlerle konuştum. Basından
öğrendim. Ve bu öğrendiklerimi kongrede anlattım. Bunlar siyasi tespitlerdir ve
bir siyasi parti kongresinde konuşulmuştur. Doğruluğu yanlışlığı siyasi
platformlarda tartışılabilir. Kongrede bir siyasi platformdur. Bu
söylediklerimiz yanlış ise tersini söylemesi gerekenler de çıkıp
söylemelidirler. Bizler ne olup bittiğini söyleriz. Diğer politikacılar da
tersini söyleyebilir. Konuşuruz tartışırız. Kim düşüncesini kanıtlarsa
kamuoyunda o haklı çıkar, taraflar toplar ve büyür. Siyasi partilerin işi
budur. Taraflar toplayıp, büyüyerek iktidara gelmeye çalışmaktır. Halkın oyuna
muhtaç olan partilerin görevi halka doğruları anlatmaktır.
Kanıtlara dayanılarak yapılan
konuşmaların PKK’nın sözcüğü ile ne ilgisi var?
Önyargıya dayanarak hazırlanan iddianamedeki siyasi bilgiler doğru
değildir. Bunlar iddia makamının siyasi düşünceleri olabilir, ancak hukuki
değildir. Hukukun konusu değildir.
Sayın Yargıçlar,
Konuşmamın bir bölümünde siyasi çözüm için bir öneride bulunmuştum.
Şimdi onu açıklamaya çalışacağım.
Biz bir siyasi partinin yöneticileriyiz. Sorunlara siyasi çözüm aramamız
bizim görevimizdir. İzler bu görevlerimizi yerine getirirken DGM’ler bizi veya
başka partileri ve yöneticilerini engellememelidirler. Demokratik kurallar
içinde sorunların çözüm yollarının aranması neden dava konusu oluyor?
Türkiye’de sorunları askere havale etme anlayışı terkedilmelidir. Böyle bir yol
ve yöntem Türkiye’ye çok pahalıya mal olmaktadır. Sorunların büyümesinin
altında yatan neden yöneticilerin askeri çözümde diretmeleridir.
Hemen hemen hergün çatışmalar yaşanmakta ve bu çatışmalarda onlarca
insan hayatını kaybetmektedir. Türk olsun Kürt olsun ölenler nihayet insandır.
Babaları, anneleri, çocukları var. Yakınları var. Akrabaları var. Biz açıkça
söylüyoruz. Ne bir PKK’lı, ne bir asker ne bir sivil halk ölsün istemiyoruz.
Politikacılar insan kanının akması üzerine hesap yapmamalıdırlar. Silah tekellerinin
para kazanmalarına engel olunmalıdır. Silaha harcanan milyarlar, fabrikalara,
okullara, işçi ve memur ücretlerine harcanmalıdır. “...Nerden bulup vereceğim
diyen Başbakan...” silahların susmasını sağlayıcı tedbirlerin alınmasını
sağlamalı ve silaha, tanka topa giden paraları emekçi halka yansıtmalıdır.
Olağanüstü hal uygulamasının Türkiye’de yüklediği yük hem ekonomik, hem
siyasi olarak çok büyüktür. Türkiye bütçesinin önemli bir bölümünü olağanüstü
hal uygulamasına harcamaktadır. Siyasi olarak Türkiye’nin dış itibarını
zedelemektedir. Bu harcamaların sorunu çözümüne fayda yerine zarar getirdiği
artık gün gibi ortadadır. Şiddet karşı şiddeti doğurur. Karşılıklı şiddetin
tırmanması ise sorunun çözümünü engelliyor. Şiddet yoluyla Kürt sorununun çözülemediğini
70 yıllık uygulama göstermiştir. Sorun siyasidir. Çözümü de siyasi olmalıdır.
Bu konuda uluslar arası sözleşmelerin uygulanması sorunu çözme yolunda bir adım
olacaktır. İki halkın eşitliğine ve kardeşliğine dayalı, kimsenin kimseyi
horlamadığı, inkar etmediği, demokratik bir sistemle bu sorunu çözmek
mümkündür. Yeter ki bu sorunun çözümünde hoşgörü kuralları uygulansın, eskimiş
politikalar terk edilsin.
Uygulanan koruculuk sisteminin ne faydası oldu? Halkı karşı karşıya
getirmekten öte bir faydası olmadı. Düşmanlıklar arttı. Güvensizlik baş
gösterdi. Cinayetler çoğaldı. Bu uygulamalardan sonra sivil otoritenin etkisi
sıfıra düştü. Kontrgerilla eylemleri çoğaldı. Özel timin katledilen İl
Başkanımız Vedat Aydın’ın cenaze töreninde “...Savulun Kürtler, Türkler geliyor...” “...Halepçe diyordunuz.
İşte size Halepçe...” diyerek cenaze törenine atılanlara saldırısı hala
belleklerimizde.
Bölge tümüyle yaşanmaz hale getirilmiş.
Şırnak ilinden Hakkari’ye kadar 12 arama ve kontrol noktası var. İnsanlar bir
ilden bir ile gidene kadar binbir zorluklar çekmektedirler. Özel tim ve
jandarma dipçiğinin insanların sırtında eksik olmadığı bir ortam yaşanıyor.
Bizim heyet olarak bölgeyi gezerken yaşadığımız sıkıntıları anlatmak olanaksız.
Sadece bir örnek vererek durumu anlatmaya çalışacağım. Şırnak’ın son kontrol
noktasında milletvekillerini aramak isteyen askerlere milletvekilleri “biz
milletvekiliyiz” deyince durum komutana iletildi. Tepeye çıkan komutan “sorun
bakalım hangi partinin milletvekilleriymiş” deyince arkadaşlar HEP
Milletvekiliyiz dediler. Tepedeki komutan arayın, milletvekilleri Ankara’da
geçer, dedi. Milletvekillerinin tanınmadığı bir sistem yaşanıyor. Bölgenin
büyük bir bölümü mayınlanmış durumda. Eli ayağı kopmuş veya parçalanmış
yüzlerce insana rastladık. İşkencelerde sakat kalmış insanları her yerde görmek
mümkündür. Akşam saat 17:002den sonra kimse yollara çıkamıyor.
Biz Olağanüstü Hal uygulamasının, koruculuk
sisteminin kaldırılmasını savunuyoruz. Mevcut koalisyonda daha önce kaldıracağını
vadetmişti. Ama şuanda iktidarda olmalarına karşın bu uygulamaları devam
ettiriyorlar. Kürt realitesini tanıdık dediler, ama gereklerini yerine
getirmediler. Şu anda çıkan çatışmalarda günde ortalama 20 kişi ölmektedir.
Soruna siyasi çözüm bulunmazsa bu sayının artacağı görülüyor. Bu olaylara bir
son verilsin istiyoruz. Nasıl son verilebilir? Bunun yolu yöntemi nedir?
Siyasetçilerin bu sorulara yanıt araması doğaldır. Gerçekçi olmamız gerekir. Bu
çatışmalara gire kimlerdir? Kim kiminle çatışıyor? Bu çatışmalara kim son
verebilir? Çatışanların bir tarafı güvenlik güçleri, diğeri PKK’dır. Buna son
vermenin bir yolu da iktidarın diğer tarafla uzlaşmasıdır. Bu yöntem
beğenilmeyebilir. Red edilebilir, ama bir yöntemdir. Tartışılmalıdır. Her iki
tarafın da diyalog yoluyla silahlarını susturması sorunun çözümüne yardımcı
olabilir. Biz bu çatışmalara son verilmesini akan kanın durdurulmasını
istiyoruz. Anın daha fazla akmasını mı isteyecektik? Bu daha mı doğru olurdu?
Hayır. Bu duruma son verilmeli, silaha harcanan paralar insanların mutluluğuna
harcanmalıdır. Bunun bir yolu da çatışan taraflar diyalog yoluyla bu sorunu
çözmelidir. Konu kutsal bir konudur. İnsanların ölmesini durdurmaktır. Bu
uğurda ne yapılırsa azdır. Bu bizim düşüncemizdir. Diğer siyasi partiler de
kendi düşüncelerini söylemelidirler. Konu açıkça tartışılmalıdır. Bu siyasi
tartışmaya toplumun tüm kesimleri katılmalıdır. Demokratik bir ortam içerisinde
soruna çözüm aranmalıdır. DGM’ler bunu engellememelidir. Bu tartışmaların yeri
siyasi partilerdir, parlamentodur.
Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti YNK lideri
Talabani’yi kırmızı bültenle, bölücülük suçundan arıyordu. Ancak son zamanlarda
ayda bir kez Cumhurbaşkanı, Başbakan hatta askeri komutanlar Talabani ile
görüşüyorlar. Dersim isyanının lideri Seyit Rıza ile devlet yetkililerinin
görüşmeleri var. Geçenlerde Başbakan PKK ile peşmergeler anlaşıp, kan
akıtılmasına son verilirse biz memnun oluruz. Çünkü biz de kanın akmasını
istemeyiz, diyordu. Madem kanın akmasını istemiyorsunuz, öyleyse gereini de
yapınız. Son zamanlarda devlet yetkilileri Talabani ile görüşüyor. Talabani ise
Abdullah ÖCALAN’la görüşüyor. Talabani, Abdullah ÖCALAN görüşmesi devletin
bilgisi dahilinde gerçekleşiyor. Çeşitli gazetecilerin Abdullah ÖCALAN’la
görüşmesinden devletin haberi yok mu? Bu dolaylı görüşme sayılmaz mı? Tüm
bunlar ortadayken, neden böyle bir görüşme yapılmasın?
Böyle bir görüşü savunmak ne PKK
sözcülüğüdür, ne de bölücülüktür. Bu sorunları demokratik ortam içerisinde
diyalog yoluyla çözme istemidir. Bu da bir yoldur, bir yöntemdir. İster
beğenilsin, ister beğenilmesin Kürt sorununa bir çözüm yöntemidir.
İddia makamı bizim yasak işlemlerini
tamamlayarak gerçekleştirdiğimiz kurultayı komple suçlamaktadır. İzleyeni ile,
konuşanı ile, alkış çalanıyla oturanıyla herkes suçlu gösterilmiş. 5000
civarında insan suçlu görülmüş. Ancak bizi bulabildiği için, bizim hakkımızda
dava açmıştır. Böyle bir iddianame belki de dünyada ilktir. Beşbin civarında
insan nasıl suçlu gösterilebilir? Bunun mantığı nedir? Bu iddia ciddiye
alınabilir mi? İddianamenin bir bölümünde “...Türk devletinin düşmanlarının bir
araya gelip, eylemler gerçekleştirdiği” iddia ediliyor. Bu kadar insanı düşman
olarak görmenin anlamı nedir? Bu anlayış tüm HEP’lileri, hatta tüm Kürtleri
potansiyel suçlu olarak görmektir. Bu iddia doğruysa, bu kadar insan nasıl
düşman oldu? Türk devleti bu kadar insanı nasıl kendine düşman yaptı? Öyleyse
bu düşmanlığı ortadan kaldırmak için devlet ne yapıyor?
Bizlerin yalnız konuşma yaparak değil,
kurultayı sonuna kadar izleyerek de suç işlediğimiz iddia ediliyor. Yani yasal
parti kongresini izlemek de suç sayılıyor. Böyle bir suç dünyanın herhangi bir
yerinde var mı? Yasal işlemleri tamamlanarak gerçekleştirilen kongreyi izlemek
neden suç olsun? Bu suçlama “HEP Maskeli Kongresi” manşetini atan Hürriyet
gazetesinin mantığının aynısıdır. Senaryo çok iyi ayarlanmıştır. Aynı mantığa
göre HEP’e üye, yönetici olmak, parti binalarına gidip gelmek suçtur.
Demokratik yollardan hak arama suç sayılıyor. Yine iddianamenin bir bölümünde
“Devletin birliğini bozmaya yönelik eylem sanıklar ve salonda bulunanlar
tarafından birlikte işlenmiştir...” deniliyor. Bu anlayış Türkiye’yi bu duruma
getiren siyasi anlayışların tümüdür. Kürt sorununun kangren haline gelmesinin
nedeni bu anlayıştır. Bu anlayış terkedilmelidir.
Yasadışı eylem diye tanımlanan parti
kongresine neden gittiğimiz, neden konuşma yaptığımız sorgulanıyor. Bununla
hedeflenen şudur: Gelecek kongrelerimizde konuşacak olanlara, izleyici olarak
katılacak olanlara, katılmayın, konuşma yapmayın, yoksa sizi de hapse atarız
denilmektedir.
Sanıkların yaptığı konuşmalar, kurultayda
PKK bayraklarıyla bölücü örgüt lideri lehine atılan sloganlarla, okunan marşlar
ve şarkılarla oluşturulan atmosfere uygundur” iddiası ise çok ilginç bir iddiadır.
Bir kez salonda PKK bayrağı yoktu. PKK bayrağı sık sık basında yer alıyor.
Salonda buluna üç renkli mendil ve eşarplarla PKK bayrağının bir ilgisi yoktur.
Bu renkler Kürtlerin en çok sevdiği renklerdir. Çoğu zaman Kürt kadınları
elbiselerini bu renklerden seçmektedirler. Atılan sloganlara gelince: bunlar
bizim dışımızda atılmışlardır. Bizden istenen slogan atanlara neden
saldırmadığımız ise, bizim böyle bir görevimiz yoktur. Ayrıca divan tarafından
gerekli uyarılar da yapılmıştır. Okunan türkü ve şarkılar çoğu zaman düğünlerde
okunmaktadırlar. Bu şarkı ve türküler piyasada satılan bandrollü kasetlerde de
mevcuttur. Bu iddia da mesnetsiz bir iddiadır. Bunlardan en önemlisi “bölücüler
Türkiye’nin başşehri Ankara’nın merkezinde PKK bayraklarıyla gösteri yapmış,
Kürt marşı okumuşlardır” iddiasıdır. Bizim başka bir ülkeden geldiğimiz iddia
ediliyorsa iddia makamı büyük bir çelişki içerisindedir. Parti kongreleri
nerede yapılır? Edirne, İstanbul, Siirt veya Diyarbakır’da mı? Bu kongre
yapılacaktır?
Sayın Yargıçlar,
Kürt sorununda geleneksel şiddet politikası
sürdürülüyor. Oysa bu sorun şiddetten arındırılarak çözülebilir. Tüm partiler
şiddetin tırmanmasına neden olmaktadırlar. HEP ise şiddetten arınmış, sorunu
demokratik yollardan ve diyalog yoluyla çözmek istiyor. eğer HEP kapatılır,
bizler yargılanırsak demokratik çözümü zorlaşır, demokratik yollar tıkanmış
olur. HEP’in bölgede %70 oy potansiyeli olduğu hesaplanırsa bu insanların
hayallerinin yıkılması demektir.
Cezaevi tehditleri ve idamlar siyasi
sorunları çözmüyor. Kendimizi kıyaslamak istemiyorum ama Şıh Sait, Seyit Rıza
idam edildi, sorun çözüldü mü? Adnan Menderes ve arkadaşları ile Deniz Gezmiş
ve arkadaşlarının idamı hangi sorunu çözdü? Menderes idam edildi, onun
düşüncesini savunan Demirel 10 yıl Başbakanlık yaptı. Bugün parlamentoda
bulunan bir çık milletvekili 12 Eylül askeri rejim döneminde cezaevlerinden
geçti. Genel Başkanımız Ahmet Türk’te bunlardan bir tanesidir. Burası Türkiye!
Dünün suçlu sayılanları bugünün yöneticileri olabiliyor.
Sayın Yargıçlar,
Sonuç olarak,
1- İddianame
HEP’e karşı oluşturulan önyargılı yaklaşımların ürünüdür. Gerçeği yansıtmıyor.
Abartılarla doludur.
2- Resmi
ideolojinin karşısında olacağımızın yazılı olduğu parti programımız, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığınca onaylanmıştır. Bizim konuşmalarımız bu çerçevededir.
3- Düşünce
özgürlüğünün gereği olarak konuşan insanların yargılanması uluslar arası
düzeyde Türkiye’yi zor duruma sokmaktan öte hiç birşeye yaramaz. İddianame
düşünce özgürlüğünü yargılamaktadır.
4- Kongreler,
partilerin öneri ve düşüncelerinin tartışıldığı siyasi platformlardır. Parti
içi sorunlar burada konuşulup, tartışılır. Savcılar ve DGM’ler partilerin
politika oluşturmalarına engel olmamalıdırlar. Siyasi süreci
engellememelidirler. Parti faaliyetleri DGM kapsamına girmez. Bu iddianame
yasal değildir.
5- Konuşmalarımızdaki
bazı sözcükler tabu sayılıp, cımbızla çekilerek konuşmaların bütünlüğü
bozulmuştur. Oysa Kürt, Kürdistan, PKK, Abdullah Öcalan sözcüklerini bugün
herkes kullanıyor. Günümüzün gerçekliğidirler. Bunları biz yaratmadık. Kürtleri
biz icat etmedik.
6- Kürt
sorunu bir gerçekliktir. Her partinin bir Kürt sorununa çözüm paketi veya
raporu vardır. Bizim de çözüm önerilerimiz vardır. Bizim çözüm önerimiz düzen
partilerinin tersine; diyaloğa dayalı, barışçı ve demokratik çözümdür. Askeri
çözümü reddediyoruz. Gönüllü birliğe dayalı eşitliği ve kardeşliği temel alan
siyasi çözümü savunuyoruz.
7- Kürtler
yok sayıldığı için bugüne gelinmiştir. “Kürt realitesini” tanıdık diyen iktidar
adım atmıyor, gereğini yapmıyor. İddianame günümüz gerçekliğine dayanmayan,
realiteyi tanımayan, inkarcı bir mantıkla hazırlanmıştır.
8- Uluslararası
ve genel hukuk ilkeleri hiçe sayılmıştır. İddianame genel hukuku göz önüne
almamıştır. Oysa genel hukuk kuralları iç hukuktan önde gelir.
9- Mevcut
Anayasa ve yasaların değişmesi gerektiğini bugün herkes savunuyor. İktidar bir
Anayasa taslağı da hazırlamaktadır.
...................................................................... Ancak
konuşmalarımız mevcut yasalara göre bile suç değildir.
10- Bu dava
siyasi bir davadır. Hukukla hiçbir ilgisi yoktur. İddia makamı bizim siyasi
düşüncelerimize iddianame ile yanıt vermektedir. Oysa bize yanıt vermesi
gerekenler siyasi partilerdir, savcılar değil.
11- Bizim
ayrılığı istediğimiz iddia makamının varsayımı ve önyargısıdır. Oysa biz
gönüllü ve eşit birlikten yanayız.
12- HEP’lilerin
yargılanması demokratik kanalların tıkanması anlamına gelir. Sorunun çözümüne
yarar yerine zarar getirir.
13- Nevroz ve
Şırnak olaylarıyla ilgili anlatımlarımız raporlara ve belgelere dayalıdır.
14- Devlet
işin başından beri bölücü saydığı insanlarla görüşüyor. Bizim görüşmeler
yoluyla bu sorunu çözme önerimize ise ceza tehditiyle yanıt veriliyor. Bu çifte
standarttır.
15- Tutuklanışımız,
yönlendirmelerin sonucu gerçekleşmiş haksız bir tutuklamadır. Yasal siyasi
parti yöneticileriyiz. Adreslerimiz, ikametgahlarımız sabittir. Deliller
toplanmıştır. Delilleri yok etmemiz mümkün değildir. Tutukluluğumuzun devamına
neden olabilecek herhangi bir gerekçe yoktur.
16- Konuşmalarımızda
suç unsuru olabilecek herhangi bir şey yoktur.
Yargılanmamın bu aşamasında söyleyeceklerim
bunlardan ibarettir. Tahliyemi ve beraatimi talep ediyorum.
Saygılarımla
Kemal hoca göndermiş olduğun idanameyi sonuna kadar okudum okuduça okiyasım geliyor
YanıtlaSil