19 Şubat 2012 Pazar

SAVUNMA 5


1997 yılında TSKnin Güney Kürdistana yaptığı kapsamlı operasyonu protesto ettiğimize ilişkin davanın savunmasıdır


(2) NO’LU DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA

ANKARA

   Konu  : İddianameye Yanıt

   Esas    :


   Sayın mahkeme heyeti,

   Türkiye’nin hukuk tarihinde düşüncenin yargılandığı binlerce dava vardır. Aralarında Musa Anter, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Çetin Altan, İsmail Beşikçi... gibi yazar, şair ve aydının da bulunduğu yüzlerce düşünür düşüncelerini açıkladıkları için mahkeme önüne çıkarıldılar. 1990 yılına kadar aydınlar, T.C.K’nın 141-142. maddelerini ihlalden, 1990 sonrası T.M.K’nun 8. maddesi, T.C.K 159. 312. maddelerine muhalefetten yargılandılar, yargılanıyorlar. Aydınlar dün de düşüncelerinden dolayı cezaevindeydiler, bugün de cezaevindeler. İsmail Beşikçi dün “milli duyguları zayıflatmaktan”, bugün “bölücülük propagandası yapmaktan” dolayı demir parmaklıklar arkasında.


   Artık çağdaş dünyanın kurtulduğu bu ayıp, Türkiye’de hala ayıp olmaya devam ediyor. Düşünce hala “tehlikeli düşünce” diye ayırıma tabii tutuluyor. Oysa düşüncelerin “tehlikelisi”, “tehlikesizi” olmaz. Düşünce “doğru düşünce”, ya da “yanlış düşünce” diye ayrılır.




   Yargılanmakta olduğumuz bu dava daha da ilginçtir. Çünkü bu davada düşünce değil, açıklanmasına fırsat verilmeyen düşüncelerimiz yargılanmaktadır. Yani elimizdeki iddianame ile sadece düşünce değil, düşünmeye teşebbüs yargılanmak istenmektedir. Bizlerin düşüncemizi açıklamamıza fırsat verilmeden göz altına alındık ve tutuklandık. İddia makamı açıklamaya fırsat bırakılmayan “düşüncemizi” tehlikeli bulmaktadır. Çünkü, ne de olsa bizler HADEP’li, İHD’li, Halkevci, Sendikacı ve dernekçiydik. Örgütlü toplum temsilcileriydik. Çünkü biz “muhaliftik” ve çok “tehlikeliydik”. Eğer düşüncemizi açıklasaydık “barış” diyecektik, “Akan kan dursun”, “kardeş kardeşi vurmasın”, “Türk ve Kürt analar ağlamasın” diyecektik. Dünyanın patronu “ABD’ye karşı çıkacaktık”. Bundan “tehlikeli” daha ne olabilirdi? İşte elimizdeki iddianame açıklanmış düşünceleri değil, açıklanmamış, beyinlerin içine hapsedilmiş düşünceleri karşınıza getirmiştir. Bu durum düşünceyi yargılamaktan daha ayıptır. Sayın heyetinizin bu ayıba son vereceğine inanmak istiyorum.



   Sayın Yargıçlar,

   İnsanı diğer yaratıklardan ayıran, onun düşüncesidir. İnsanı insan yapan düşüncedir. Bunun içindir ki, düşünce özgürlüğü, özgürlüklerin anasıdır. Demokratlar; sadece kendilerinin değil, karşıtlarının da düşüncelerini açıklamalarına olanak sağlayan insanlardır. Demokrasi ise; sadece çoğunluğun düşüncelerini açıkladığı bir rejim değil, azınlıkta olan görüşlerin de düşünce özgürlüğünün olduğu ve çoğunluk durumuna geçme yollarının açık olduğu rejimdir. İnsanın sözcük anlamı şöyledir: “memelilerden iki eli olup, iki ayak üstünde dolaşan, düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlıdır. J.RIVERO düşünce ile hukuk ilişkisini şöyle anlatıyor: a) Düşüncenin oluşabilmesi için, kişinin bilgi kaynaklarına serbestçe ulaşabilmesinin hukuksal garantilerinin bulunması gerekir. b) sorun yalnız fikirlere sahip olmakla bitmez, bunlara uygun davranışlarda bulunabilme hakkının da bulunması gerekir. c) düşünce ve inançların doğrultusunda davranabilmek hakkını oluşturan eylemler de, düşünce özgürlüğünün uzantısı olarak hukukun düzenleme alanında olmalıdır. Demek ki; insanlar düşünce sahibi olabilmek için, bilgi kaynaklarına engelsiz ulaşacak, bu düşüncelere uygun davranışlarda bulunabilecek, onun gereği olan eylemlilik (aktivite) içerisinde olabilecek. Bu süreç hukukun güvencesinde olacak ve bırakalım yasaklamayı olanak tanınacak. İşte düşünce özgürlüğü budur. Çağdaş bir devletin yapması gereke de budur.



   Bunun içindir ki, bugün çağdaş dünyada şiddete başvurulmadığı sürece her türlü düşüncenin serbestçe savunulması yasal güvencelere kavuşturulmuştur. Türkiye’nin üye olmak için kapılarını zorladığı AB ülkelerinin tümünde her türlü düşünce serbestçe savunulur. Ama bu ülkelerin hiçbiri ne yıkılır ne de bölünür. Oysa düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanmadığı, düşüncelerin

yasaklandığı bir çok diktatörlük yıkılmış, ya da bölünmüştür. Özgürlüklerden korkulmamalıdır.





   Sayın Yargıçlar,

   Düşüncelerimiz beğenilmeyebilir, eleştirilebilir. Ama ne bizler, ne de hiç kimse düşüncelerinden dolayı yargılanmamalıdır. Bizim yıllardan beri savunduğumuz ve bu uğurda 108 şehit verdiğimiz düşüncelerimiz bugün bir çok kimse tarafından savunulmaktadır. Hatta bazı devlet yöneticileri bile bazen düşünce özgürlüğünün gerekli olduğunu söylemektedirler. Bakınız Emniyet Genel Müdürlüğü, İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı ne diyor: “Türkiye’de insanlar kendilerince doğru kabul buldukları görüş ve düşünceleri açıklayabilme özgürlüğünden yoksun oldukları için şiddete başvurma çaresizliğinde kalıyorlar. On yıl önce ben böyle düşünmüyordum. Ama son on yıldır artık böyle düşünüyorum ben. Gerçek bir düşünce özgürlüğüyle inancını siyasal platformda açıklayabilme özgürlüğü bulunsa, şiddet eylemleri;kendiliğinden söner, silahlı mücadeleye gerek kalmazdı”. (17 Temmuz SHOW TV 32.GÜN PROG.) Avcı bunları söylüyor. Ancak bunları biz söyleseydik, herhalde hakkımızda idam istenirdi ! bu da başka bir gariplik !





   Peki bizim açıklamaya fırsat bulamadan/bırakılmadan gözaltına alınmamıza ve tutuklanmamıza neden olan “tehlikeli” düşünce ne idi ? Biz neden ABD büyükelçiliği önüne gittik ? Neyi protesto edecektik ?



   Sayın Yargıçlar,

   ABD emperyalist bir ülkedir. ABD sermaye ihracı yoluyla bir çok geri kalmış ülkeyi sömürür. ABD bir tekeller, tröstler imparatorluğudur. Başta silah tekelleri olmak üzere birkaç tekelin çıkarı her şeyin üzerindedir. Bu tekellerin Amerikan halkını sömürmesi yetmiyormuş gibi, dünyadaki bir çok halkı da bağımlılık ilişkileri içerisinde sömürür. ABD’nin dış politikası hegemonyacı, yayılmacı ve istilacıdır. Hegemonyası altına aldığı devletleri ve halkları kendine bağlar ve onları sömürür. Bütün dünyanın sahibi gibi davranır. Kendisine, hatta başka ülkelerdeki hükümetleri devirmek için komplolar, darbeler tezgahlar. Ama demokrasi havarisi kesilir. Ama bu sahte demokrasi havarisi ülkenin başkenti Washington’un arka sokaklarında açık ve sefalet kol gezer.



   ABD’nin Ortadoğu politikası; bölgede kendisine karşı olan devletleri ve güçleri susturarak zengin petrol kaynaklarına el koyma stratejisi üzerine oturtulmuştur. Bu amaçla bölge gericiliklerini kullanarak, halkları birbirine karşı düşmanlaştırır. Böl-parçala-yönet politikası uygular. Çelişki ve çatışmaları körükleyerek bölgeyi tümüyle hegemonyası altına almakta, bölge zenginliklerine el koymaktadır. ABD’nin bu politikasından dolayı Ortadoğu; çatışmaların, savaşların sürekli yaşandığı bir bölgedir. Bunun için Ortadoğu hep barut fıçısıdır.



   Türkiye ise komşularıyla problemli bir ülkedir. Kürt sorununu normal demokratik yollardan çözememektedir. Bunun için ekonomik ve siyasal istikrarsızlık artmaktadır. Bunalım derinleşmektedir. İçerde demokrasiyi uygulayamamaktadır. Emekçi halk kitleleri mutlu değillerdir. Ekonomik olarak ABD’ye bağımlıdır. Ekonomik bağımlılık siyasi bağımlılığı getirmektedir. Türkiye’yi yönetenler, ekonomik ve siyasi demokrasiyi uygulamadıkları için, Türkiye’nin ABD’ye bağlanmasına ve onun politikalarına alet olmasına neden olmaktadırlar.



   ABD bölgenin tek hakimi olmak için; Türkiye’nin geri kalmışlığını, ekonomik olarak güçsüzlüğünü ve Kürt sorununu askeri yöntemle çözme anlayışını kullanmaktadır. Türkiye’nin bu tablosu ABD’nin işine gelmektedir. Çünkü savaşta kullanmak üzere silah satın almak için ABD’ye muhtaç duruma düşürülmüştür. Ekonomik ve siyasal olarak ABD’ye bağımlı hale getirilmiştir. Aralarında problem yaşanan komşu ülkelere karşı müttefik aradığı için ABD’ye muhtaç haline getirilmiştir. Her doğan çocuk milyarlarca lira borçlu doğduğu için ABD’ye muhtaç durumuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Bu sorunlardan dolayı ve Türkiye’yi yönetenlerin basiretsizliği yüzünden ülke ABD politikalarına yedeklenmiştir ve bu bağımlılıktan da ancak halkçı ve bağımsızlıkçı politikalarla kurtulabilir.



   Türkiye egemenlerinin şiddet uygulayarak çözme(me)ye çalıştıkları Kürt sorunu, ABD’nin Ortadoğu’ya daha çok yerleşmesi için iyi bir fırsattır. Çünkü çelişki ve çatışma onun politikaları için iyi bir zemindir. Bu çelişki ve çatışmayı kullanmaktadır. Irak’ın Kürt bölgesindeki zengin petrol rezervleri ise ABD’nin iştahını iyice kabartmaktadır. Türkiye’nin Kuzey Irak operasyonları ile Irak-Saddam çelişkisini buraya yerleşmek için kullanmaktadır. Sorunu çözmeye değil, çözmemeye çalışmaktadır. Savaşın uzun sürmesini hem silah tekellerinin çıkarı gereği, hem de yer altı ve yerüstü zenginliklerine konmak için istemektedir. Aslında tüm tarafların çatışmalarda zayıflayarak ona muhtaç hale gelmelerini istemektedir. Türkiye’nin sorunları onun umurunda değil. Onun umurunda olan silah ve petrolden elde edeceği karlar ve dünyaya hakim olma anlayışıdır. Aslında ABD’nin politikası ikiyüzlüdür. Türkiye’deki ABD dostları hiç kaygılanmasınlar. Eğer Kürtleri desteklemesi onun petrol çıkarlarına hizmet etse, gözünü kırpmadan Kürtleri de destekleyebilir. Onun için önemli olan çıkardır.



   İşte ben ABD’nin savaşa ve ana hizmet eden politikasını protesto etmek için ABD elçiliği önüne gittim. Silah tekellerinin Ortadoğu’yu kana bulama politikasına karşı çıkmak için, ABD’nin petrol için halkları karşı karşıya getirme anlayışına karşı çıkmak için ABD elçiliği önüne gittim. ABD’nin Ortadoğu pazarlarını ele geçirme politikasını eleştirmek, bölge zenginliklerine el koymak için çevirdiği entrikalara karşı çıkmak için oradaydım.



   Bölgede süren savaşları körükleyerek, bu arada Kürt sorununun çözülmemesi için ikiyüzlü politikalar güden ABD’nin politikalarını benimsemek zorunda mıyız ? Biz emperyalizmin bu çirkin politikasının yandaşı olmak zorunda mıyız ? Türkiye’nin ABD çıkarlarına alet edilmesine sessiz mi kalalım ? daha çok kan akmasına seyirci mi kalalım ? Biz Tansu Çiller, Erbakan, Mesut Yılmaz gibi düşünmek zorunda mıyız ? Ufak tefek kırıntılar karşılığında Türkiye’nin daha çok kaosa ve bunalıma sürüklenmesine destek olamazdık. Çünkü sonuçta, bunun faturasını bizler ödüyoruz, emekçi halk ödüyor.



   Sayın Yargıçlar,

   Bizim ABD’nin politikalarını protesto etmemizden dolayı tutuklu kalmamız çok acı ve düşündürücüdür. ABD’ye karşı basın açıklaması yapmayı düşündüğümüz için suçlanmamız bir talihsizliktir. Bu durum yargı sisteminin daha da zedelenmesine neden olmaktan öte bir işe yaramayacaktır. ABD karşıtı olduğumuz için karşınızda olmamızı izah etmek olanaksızdır.



   Elimizdeki iddianame yanlışlarla ve çarpıtmalarla doludur. Önyargıların ürünüdür. İddianame siyasi bir metin olup, hukuki temelden yoksundur. Toplam yedi buçuk sayfadan oluşan iddianamenin(6) sayfası kimlik bilgilerimize, iki sayfası ise suçlama ve isnatlara ayrılmıştır. 53 kişi hakkında düzenlenen bir iddianamenin suçlama kısmının iki sayfa oluşunun nedeni, iddia makamında iddialara inanmadığını ve ciddiye almadığını göstermektedir. Sadece genel ve yuvarlak değerlendirmeler yapılmış, isimlerimiz sıralanarak genel suçlamalar yapılmış, kişilere yönelik değerlendirme ve suçlamalar yapılamamıştır. Çünkü, iddia makamının kendisi suçlamaların doğru olmadığını en iyi bilenlerdendir. Bir iddia şu: “sanıklar güvenlik güçlerinin PKK’ya yönelik askeri harekatını protesto etmek amacıyla ABD elçiliği önünde eylem düzenlemişlerdir”. Her şeyden önce bizim eylem düzenlediğimiz savı doğru değildir. Herhangi bir eylem düzenlenmemiştir. Hiçbir eylem düzenlenmemiştir. Hiçbir eylem düzenlenmemiştir. Ne basın açıklaması yapılmıştır ne çelenk konulmuştur. Ben de dahil bütün sanıklar, basın açıklamasının yapılacağı yere varmadan gözaltına alındık. Bu iddiadaki çelişki de şudur: Biz güvenlik güçlerinin operasyonunu protesto edecek idiysek neden ABD elçiliği önüne gidelim ? Amaç güvenlik güçlerinin operasyonunu protesto olsa, örneğin MSB ya da Başbakanlığın önüne giderdik. Biz operasyonu ve Türkiye’nin Kürt politikasını da eleştiriyoruz. Ancak bu açıklamada muhatap ABD idi. Yapılamayan protestonun başka amacı yoktu.



   İddianamenin temel yanlışlarından biri de şudur: “Basın açıklaması ya da çelenk koyma eylemi HADEP öncülüğünde alınmıştır” bu yanlış ve önyargıların ürünüdür. Bu karar aralarında HADEP’in de bulunduğu onlarca sendika, dernek ve demokratik kitle örgütü tarafından ortak alınmıştır. HADEP’in öne çıkarılması iddia makamının önyargısıdır. Bu iddia resmi görüşün HADEP’e bakışını yansıtmaktadır. Resmi görüş, Türkiye’yi yönetenlerin kendi sorumluluklarını gizlemek için muhalifleri suçluyor. HADEP de haksızlıklara karşı çıkan bir parti olduğu ve tabuları yıkmaya çalıştığı için HADEP ve HADEP’liler hedef tahtası haline getirilmiştir. HADEP bu düzenin değişmesinden yanadır. Bu düzenden çıkarı olanlar da bunun için HADEP’e saldırıyorlar. Kendi sorumluluklarını gizlemek için HEP’i, DEP’i, HADEP’i yanlış gösterdiler, baskı uyguladılar. Bu politikanın sonucu Vedat Aydın, Mehmet Sincar, Muhsin Melik ve 108 yöneticimiz katledildi. HEP-DEP kapatıldı. HADEP kapatılmayla tehdit ediliyor. Parti binalarımız bombalandı. İl ve ilçe yöneticilerimiz gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi, seçimlerde partimize oy veren seçmenler tehdit edildi, sürgün edildi.



   HADEP’liler resmi ideolojiye karşı çıkmanın bedelini ağır ödediler. Ama bizim söylediklerimizin doğruluğu kanıtlandı. “Köyler boşaltılıyor” dedik, bugün yöneticiler 3500 köyün boşaltıldığını kabul ediyorlar. “Çeteler kurulmuş, insanları öldürüyor” dedik. Çeteler bugün kısmen de olsa açığa çıktı. Davalar açıldı. Özel tim ve koruculuk tartışılıyor.



   Artık Türkiye’de yaşanan olumsuzlukların sorumluları ortaya çıktı. Sorunların Kürt sorununa yanlış yaklaşımdan kaynaklandığı deşifre oldu. Sorunların kaynağının şiddet olduğu gün gibi ortada. Çeteler bu politikanın sonucu oluşturulmuş. Bunlar bir çok faili meçhul cinayet işlemişler. Hatta bazı devlet görevlilerini öldürmüşler, haraç almışlar, esrar, eroin ve bazı silah ticareti yapmışlar. Bu olayların tümü mahkeme zabıtlarına geçti. Bu çeteler ezan, bayrak, milliyetçilik edebiyatı yaparak yasadışılıklar yapmışlar. Bunlara sarılarak ceplerini şişirmişler. Bu olaylar her gün basın manşetlerine ve köşe yazılarına konu olmaktadır. İddianameler dile getirilmektedir. Savaşta ısrar etmenin sonucudur bunlar. Tek çözüm ise kanın durdurulması ve toplumsal barıştır.



   Türkiye bu yanlış politika sonucu giderek yoksullaşmıştır. Enflasyonun, köy boşaltmanın nedeni bu yanlış ğolitikadır. Çürümenin, çeteleşmenin, mafyalaşmanın, nedeni Kürt sorununa demokratik çözüm bulunmamasıdır. Günde ortalama 20 Türk ve Kürt gencinin hayatını kaybetmesi bundandır. Türk ve Kürt anaların gözyaşları bunun için akıyor. Yürekler bunun için yanıyor. Analar, babalar bunun için çocuksuz; çocuklar bunun için yetim kalıyor. Türkiye bunun için yanıyor. Biz diyoruz ki, söndürülsün artık bu yangın. Ne Türk anası, ne de Kürt anası ağlamasın. Ne asker, ne PKK’lı ölmesin. Savaşa son verilsin. Akan kan dursun. Gözyaşları dinsin. Yürekler yanmasın. Çocuklar yetim kalmasın. Türkiye yoksullaşmasın. Savaşa, silaha harcanan paralar insanların mutluluğu için harcansın. Boşaltılan köylere yeniden dönülsün. Ormanlar yanmasın. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü olsun. Anayasa ve yasalar yeniden düzenlensin. Yargı gerçekten bağımsız olsun. Kimse bayrağın ardına saklanarak cinayet işlemesin. Türkiye demokratik bir ülke haline getirilsin. Kürt sorunu demokratik yollardan çözülsün.



   İşte HADEP bunları söylüyor. Her yerde açık açık söylüyor. Bu görüşleri yanlış bulanlar da özgürce eleştirsin. Ama bizler bu görüşlerimizden dolayı baskı görmemeliyiz. Bizi tüm olumsuzlukların nedeniymiş gibi gösterenlere şunu söylemek lazım: HADEP kaç gün iktidarda kaldı ? Kaç bakanlığı yönetti ki, HADEP sorumlu olsun ?



   İşte iddia makamı bu görüşlerimizden dolayı, benim biraz daha cezaevinde kalmam için HADEP’i öne çıkarmış. HADEP’i bunun için eylemin düzenleyicisi olarak gösterme çabasına girişmiş.



   Bir iddia da “Bizim sivil halkın ölümünü değil, PKK’lıların ölümünü protesto eylemi düzenlediğimizdir”. Bu iddia da doğru değildir. Hemen belirtelim: biz savaşa karşıyız. Barıştan yanayız. Karşı olduğumuz savaşta, hem asker, hem PKK’lılar ölmektedirler. Bunlarla birlikte siviller de ölmektedir. Savaşın durdurulmasından yanayız. Ne askerlerin, ne sivillerin, ne de PKK’lıların ölmesini istemiyoruz. Bu karalaştırılan açıklama ise, sivillerin ölmesinde rolü olan ABD’ye karşıydı. Çünkü her operasyonda siviller de ölmektedir. Kuzey Irak’a yapılan son operasyonda da sivillerin öldüğünü, operasyonu destekleyen Barzani açıkladı. Bu operasyona karşı AP ve birçok ülke de karşı olduğunu açıkladı.



   Sayın Yargıçlar,

   Yakalandığı ileri sürülen dövizlere gelince; ne benim, ne partimin bu dövizlerde yazılı sloganlarla bir ilişkisi yok. Bu sloganlar partimizin programı, ideolojimiz ve üslubumuza uymamaktadır. Ben şahsen bu dövizleri hiçbir zaman görmedim. Gözaltında polis dövizlerin bulunduğunu söyledi. İlk defa burada duydum. Hiçbir partilimiz bu dövizleri getirmez/getiremez. Halka açık herkesin gelebildiği bu tür yerlere kimlerin gelip gittiği belli olmaz. Bu barışçıl ve meşru eylemlilikleri sabote etmek isteyenler de olabilir.



   Sayın Yargıçlar,

   Bu güne kadar birçok protesto eylemi gerçekleşti. Hiçbir gözaltı ya da tutuklama gerçekleşmedi. Oysa onlar gerçekleşen protestoydu. Bizim açıklamamızın gerçekleşmeden gözaltına alınmamız bir adaletsizliktir. Tutuklanmamız ise, hukukun açık ihlalidir. Daha önce gerçekleşen ve hiçbir soruşturmaya uğramayan protestolara iki örnek vermek istiyorum. Basından aktarıyorum: 23HAZİRAN Yeni Yüzyıl Gazetesi, “Azeri öğrencilerden İran’a protesto” başlıklı haber şöyle devam ediyor: “Kendilerini genç aydınlar hareketi olarak adlandıran bir grup Azerbaycanlı Üniversiteli İran’ı protesto etmek amacıyla İran Konsolosluğu’na siyah çelenk bıraktı. Öğrenciler İran’ın terörü desteklediği ve molla rejimini bölge ülkelerine yaymak istediğini belittiler”. Aynı haber diğer gazete ve TV’lerde de yer aldı.28 Haziran Hürriyet Gazetesi S.20 “DYP’ye siyah çelenk” başlıklı haber şöyle: “24 derneğe üye kadınlar, yeni hükümeti kurma çalışmalarında DYP’nin tutumunu protesto ederek DYP İzmir İl Başkanlığı’na siyah çelenk bıraktı, eyleme polis müdahale etmedi”. Bu her iki protesto da izinsiz yapılmıştı.



   Sayın Yargıçlar,

   Karşımızda üç(3) olay var. Biri; Azeri öğrenciler İran’ı protesto edip, elçili önüne siyah çelenk bırakıyorlar. SONUÇ: Müdahale yok. Gözaltı yok. Tutuklama yok. İkincisi; Kadınlar DYP’yi protesto edip, siyah çelenk bırakıyorlar. SONUÇ: Müdahale yok. Gözaltı yok. Tutuklama yok. Üçüncüsü; Bazı parti, dernek ve sendika yöneticileri ABD elçiliği önüne siyah çelenk koyma kararı alıyorlar. Sonuç: Binlerce polis yolları kesiyor. Çelenk koyma ve basın açıklamasına müsaade edilmiyor. Yollardan 200’e yakın insan gözaltına alınıyor. Bazılarına gözaltında işkence yapılıyor. Gözü kapalı ifadeler imzalatılıyor. 49 kişi yedek hakimlikçe tutuklanıyor. İtiraz ve tensiple 43 kişi serbest bırakılıyor. 6 kişi iki aydır tutuklu. Dava TCK 169’dan açılıyor. Bu açık bir çifte standarttır. Hukukun ihlalidir. Ayrımcılıktır.



   Şimdi soruyorum: Türkiye’de hukukun herkese eşit uygulanmamasından kimler kazanır? Hukukumuzda İran gibi ülkelere karşı yapılan protestolar yasak mı? ABD gibi emperyalist bir ülkeye karşı yapılacak eylemlere, adalet dağıtması gereken hukukçuların, böyle tavır koymaları doğru mudur? Bu tutuklama ile yargı bağımsızlığına daha çok gölge düşmedi mi? Bu soruları iddia makamının yanıtlaması gerekir.



   Sayın Yargıçlar,

   Bundan da vahimi, bizler yedek hakim önüne çıkmadan bir gün önce İçişleri Bakanı Meral Akşener imzalı bir genelge yayınladı. 11 Haziran tarih ve B.05.1.30.M,4.22.00.12 Kor.Br. 1150 sayılı gizli ibareli genelge basına yansıdı. Genelge özetle şöyle: “Bu ay içinde Emep, HADEP, ÖDP, SİP ile bazı kitle örgütlerinin protestolar düzenleyecekleri öğrenilmiştir. Haziran ayında dernekler ve kitle örgütleri tarafından yapılacak tüm gösterilerin yasaklanması ve polis zoruyla dağıtılması...” (15 Haziran Milliyet. 16 Haziran Emek Gazetesi)



   Bu tutuklamanın adı geçen genelgenin yayınlanmasından sonraya rastlaması ile bir ilgisi var mıdır? Yoksa  tutuklanmamız yönlendirme sonucu mu gerçekleşmiştir? Bu soruların yanıtları da verilmelidir.

   Yargı bağımsızlığına en çok ihtiyaç duyulduğu bir ortamda bu soru işaretleri yargıyı zedelemekten öte bir işe yaramayacaktır. Yargının gerçekten bağımsız olması bizim temel istemimizdir. Ancak savcılar ve hakimler yüksek kuruluna, aynı zamanda bir politikacı olan Adalet Bakanı’nın ve Müsteşarı’nın üye olmaları yargıya büsbütün gölge düşürmektedir. Anayasa Mahkemesi Başkanı bile yargının bağımsız olmadığını söylüyor. 29 Haziran tarihli Radikal gazetesinde Özden şöyle diyor: “Ben yargının bağımlı olduğunu söylemeye utanıyorum. Ama bağımsız da demiyorum” DGM’lerin ise çağdaş hukuk normlarına aykırı olduğu, siyasi mahkemeler olduğu konusunda hukuk otoritelerinin görüşleri biliniyor. DGM’lerin siyasi kararlar veren mahkemeler olduğu görüşüne katılıyoruz. Ancak bu durumun şahıslarınızla bir ilgisi olmadığını da biliyoruz. AİHK geçenlerde şöyle bir karar verdi: “DGM’ler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bağımsız ve tarafsız yargılamayı güvence altına alan 6. ve düşünce özgürlüğünü güvenceye alan 10. maddesine aykırıdır” (Yeni Yüzyıl G. 21 Haziran S-5)



   Bu davada tutuklu kalmamızın nedeni yukarıdaki nedenlerin yanında birde polisin düzmece ifadeler düzenlemesidir. Bazı sanıklara gözü kapalı ifadeler imzalatılmıştır. Sadece bir örnek vermek istiyorum. Zozan Barik 55 yaşında bir kadındır. Okuma-yazma bilmez. Türkçe’yi doğru düzgün konuşamaz. Zozan Barik polis ifadesinde sözde şöyle diyor: “Terör örgütünü övücü sloganlar attık...ABD elçiliğine siyah çelenk koyduk...TSK’yı tahkir ve tezyif edici sloganlar attım... Dövizlerle protesto ettim...KDP’yi işbirlikçi olarak niteliyorum... PKK’yı da aynı zamanda desteklemiş oluyorum...” Sayın yargıçlar; bu ifadeler bir insanın kendi iradesiyle vereceği ifadelere hiç benziyor mu? Çelenk koyma gerçekleşmediği halde, Zozan Barik’in ifade tutanağına “Çelengi biz koyduk” yazılması ifadelerin düzmece olduğunu kanıtlamıyor mu? “PKK’yı da aynı zamanda desteklemiş oluyorum” cümlesi polisin sanıklar hakkındaki düşüncesini anlatmıyor mu? Türkçeyi zar-zor konuşan ve okuma-yazma bilmeyen biri “tahkir, tezyif” kelimelerinin anlamını bilir mi? Peki öyleyse, bu kadın anlamını bilmediği sözcükleri nasıl kullansın? Bundan da belli ki, bu bir senaryodur. Ancak acemice yazılmış bir senaryodur.



   Sayın Yargıçlar,

   Tüm bu olumsuzlukların temel nedeni devleti kutsal sayarak, onu eleştirenleri “düşman”, “hain” olarak görme anlayışından kaynaklanmaktadır. Neyse ki, bu kadar çürüme ve yozlaşmaya rağmen hala hukuka saygılı, evrensel ölçülere bağlı insanlar var. Böyle düşünen yargıçlar da var. 21 Temmuz tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesi’nden Neşe Düzel Yargıtay 4. Ceza Dairesi Başkanı Sami Selçuk’la bir röportaj yaptı. Sami Selçuk şöyle diyor: “Devlet kutsal olamaz. Devlet hukuku, kendi düşüncesi ve inancı için kullanırsa zorbalaşma başlar. Devlet düşünceler karşısında yansız olmalıdır. Devlet beni istediği biçime sokamaz. Türkiye’de kamuoyu bağımsız yargının farkında değil. 12 Eylül’den hesap sorulmalı. Bu bir onur meselesidir. Suç gizlilikte işlenir. Gizlilik kaldırılırsa, suç azalır. Anayasamız meşru değildir. Memurin muhekemat kanunu kalkmadığı sürece devlet yıpranmaya devam edecek”. Sami Selçuk T.Cumhuriyeti için şunları söylüyor: “Suçluları koruyan bir devlet durumuna düşüyor. Suçluları koruyan bir devlete ise kimse saygı duymaz... AİHM’de davası en çok olan ülkeyiz”. İşte bir yargıcın feryadı’

   Sonuç olarak; aynı gün bizimle birlikte 200’e yakın insan gözaltına alındı. Hukuki durumumuz aynı olduğu halde 49’umuz tutuklandık ve daha sonra doğru bir kararla 43 kişi salıverildi. Bizim de salıverilen arkadaşlarımızdan hukuki olarak hiçbir farklılığımız yoktur. Ben HADEP İl Başkanıyım. Benimle beraber tutuklanan kurum başkanı arkadaşlarımız hukuki bir kararla salıverildi. İl Yöneticilerimiz salıverildi. Ben neden tutukluyum?



   Gerçekleşmeyen basın açıklaması ve çelenk koyma fikrimiz gerekçe gösterilerek tutuklu kalmamız adaletsizliktir. Basın açıklaması ya da çelenk koymaya teşebbüs diye bir suç tanımı yoktur. Tutuklu kalmamı gerektirecek hiçbir hukuki neden yoktur.



   Yapılmayan bir açıklamanın herhangi bir örgüte yardım veya destek diye nitelenmesi olanaksızdır. Açıklama gerçekleşme bile bir düşünce açıklama metodu olurdu.



   Yasal bir parti olan HADEP’in İl Başkanıyım. Adresim belli. Karartacağım herhangi bir delil yoktur. Tutukluluğumun kaldırılmasını ve tahliyemi talep ediyorum.





Kemal OKUTAN



         


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder