1997 yılında
TSKnin Güney Kürdistana yaptığı kapsamlı operasyonu protesto ettiğimize ilişkin
davanın savunmasıdır
(2) NO’LU DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA
ANKARA
Konu
: İddianameye Yanıt
Esas
:
Sayın mahkeme heyeti,
Türkiye’nin hukuk tarihinde düşüncenin
yargılandığı binlerce dava vardır. Aralarında Musa Anter, Nazım Hikmet, Aziz
Nesin, Çetin Altan, İsmail Beşikçi... gibi yazar, şair ve aydının da bulunduğu
yüzlerce düşünür düşüncelerini açıkladıkları için mahkeme önüne çıkarıldılar.
1990 yılına kadar aydınlar, T.C.K’nın 141-142. maddelerini ihlalden, 1990
sonrası T.M.K’nun 8. maddesi, T.C.K 159. 312. maddelerine muhalefetten
yargılandılar, yargılanıyorlar. Aydınlar dün de düşüncelerinden dolayı
cezaevindeydiler, bugün de cezaevindeler. İsmail Beşikçi dün “milli duyguları
zayıflatmaktan”, bugün “bölücülük propagandası yapmaktan” dolayı demir parmaklıklar
arkasında.
Artık çağdaş dünyanın kurtulduğu bu ayıp,
Türkiye’de hala ayıp olmaya devam ediyor. Düşünce hala “tehlikeli düşünce” diye
ayırıma tabii tutuluyor. Oysa düşüncelerin “tehlikelisi”, “tehlikesizi” olmaz.
Düşünce “doğru düşünce”, ya da “yanlış düşünce” diye ayrılır.
Yargılanmakta olduğumuz bu dava daha da
ilginçtir. Çünkü bu davada düşünce değil, açıklanmasına fırsat verilmeyen
düşüncelerimiz yargılanmaktadır. Yani elimizdeki iddianame ile sadece düşünce
değil, düşünmeye teşebbüs yargılanmak istenmektedir. Bizlerin düşüncemizi
açıklamamıza fırsat verilmeden göz altına alındık ve tutuklandık. İddia makamı
açıklamaya fırsat bırakılmayan “düşüncemizi” tehlikeli bulmaktadır. Çünkü, ne
de olsa bizler HADEP’li, İHD’li, Halkevci, Sendikacı ve dernekçiydik. Örgütlü
toplum temsilcileriydik. Çünkü biz “muhaliftik” ve çok “tehlikeliydik”. Eğer
düşüncemizi açıklasaydık “barış” diyecektik, “Akan kan dursun”, “kardeş kardeşi
vurmasın”, “Türk ve Kürt analar ağlamasın” diyecektik. Dünyanın patronu “ABD’ye
karşı çıkacaktık”. Bundan “tehlikeli” daha ne olabilirdi? İşte elimizdeki
iddianame açıklanmış düşünceleri değil, açıklanmamış, beyinlerin içine
hapsedilmiş düşünceleri karşınıza getirmiştir. Bu durum düşünceyi yargılamaktan
daha ayıptır. Sayın heyetinizin bu ayıba son vereceğine inanmak istiyorum.
Sayın Yargıçlar,
İnsanı diğer yaratıklardan ayıran, onun
düşüncesidir. İnsanı insan yapan düşüncedir. Bunun içindir ki, düşünce
özgürlüğü, özgürlüklerin anasıdır. Demokratlar; sadece kendilerinin değil,
karşıtlarının da düşüncelerini açıklamalarına olanak sağlayan insanlardır.
Demokrasi ise; sadece çoğunluğun düşüncelerini açıkladığı bir rejim değil,
azınlıkta olan görüşlerin de düşünce özgürlüğünün olduğu ve çoğunluk durumuna
geçme yollarının açık olduğu rejimdir. İnsanın sözcük anlamı şöyledir:
“memelilerden iki eli olup, iki ayak üstünde dolaşan, düşünme yeteneği olan en
gelişmiş canlıdır. J.RIVERO düşünce ile hukuk ilişkisini şöyle anlatıyor: a)
Düşüncenin oluşabilmesi için, kişinin bilgi kaynaklarına serbestçe
ulaşabilmesinin hukuksal garantilerinin bulunması gerekir. b) sorun yalnız
fikirlere sahip olmakla bitmez, bunlara uygun davranışlarda bulunabilme
hakkının da bulunması gerekir. c) düşünce ve inançların doğrultusunda
davranabilmek hakkını oluşturan eylemler de, düşünce özgürlüğünün uzantısı
olarak hukukun düzenleme alanında olmalıdır. Demek ki; insanlar düşünce sahibi
olabilmek için, bilgi kaynaklarına engelsiz ulaşacak, bu düşüncelere uygun
davranışlarda bulunabilecek, onun gereği olan eylemlilik (aktivite) içerisinde
olabilecek. Bu süreç hukukun güvencesinde olacak ve bırakalım yasaklamayı
olanak tanınacak. İşte düşünce özgürlüğü budur. Çağdaş bir devletin yapması
gereke de budur.
Bunun içindir ki, bugün çağdaş dünyada
şiddete başvurulmadığı sürece her türlü düşüncenin serbestçe savunulması yasal
güvencelere kavuşturulmuştur. Türkiye’nin üye olmak için kapılarını zorladığı
AB ülkelerinin tümünde her türlü düşünce serbestçe savunulur. Ama bu ülkelerin
hiçbiri ne yıkılır ne de bölünür. Oysa düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün
sağlanmadığı, düşüncelerin
yasaklandığı
bir çok diktatörlük yıkılmış, ya da bölünmüştür. Özgürlüklerden
korkulmamalıdır.
Sayın Yargıçlar,
Düşüncelerimiz beğenilmeyebilir,
eleştirilebilir. Ama ne bizler, ne de hiç kimse düşüncelerinden dolayı
yargılanmamalıdır. Bizim yıllardan beri savunduğumuz ve bu uğurda 108 şehit
verdiğimiz düşüncelerimiz bugün bir çok kimse tarafından savunulmaktadır. Hatta
bazı devlet yöneticileri bile bazen düşünce özgürlüğünün gerekli olduğunu söylemektedirler.
Bakınız Emniyet Genel Müdürlüğü, İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı ne diyor:
“Türkiye’de insanlar kendilerince doğru kabul buldukları görüş ve düşünceleri
açıklayabilme özgürlüğünden yoksun oldukları için şiddete başvurma çaresizliğinde
kalıyorlar. On yıl önce ben böyle düşünmüyordum. Ama son on yıldır artık böyle
düşünüyorum ben. Gerçek bir düşünce özgürlüğüyle inancını siyasal platformda
açıklayabilme özgürlüğü bulunsa, şiddet eylemleri;kendiliğinden söner, silahlı
mücadeleye gerek kalmazdı”. (17 Temmuz SHOW TV 32.GÜN PROG.) Avcı bunları
söylüyor. Ancak bunları biz söyleseydik, herhalde hakkımızda idam istenirdi !
bu da başka bir gariplik !
Peki bizim açıklamaya fırsat
bulamadan/bırakılmadan gözaltına alınmamıza ve tutuklanmamıza neden olan
“tehlikeli” düşünce ne idi ? Biz neden ABD büyükelçiliği önüne gittik ? Neyi
protesto edecektik ?
Sayın Yargıçlar,
ABD emperyalist bir ülkedir. ABD sermaye
ihracı yoluyla bir çok geri kalmış ülkeyi sömürür. ABD bir tekeller, tröstler
imparatorluğudur. Başta silah tekelleri olmak üzere birkaç tekelin çıkarı her
şeyin üzerindedir. Bu tekellerin Amerikan halkını sömürmesi yetmiyormuş gibi,
dünyadaki bir çok halkı da bağımlılık ilişkileri içerisinde sömürür. ABD’nin
dış politikası hegemonyacı, yayılmacı ve istilacıdır. Hegemonyası altına aldığı
devletleri ve halkları kendine bağlar ve onları sömürür. Bütün dünyanın sahibi
gibi davranır. Kendisine, hatta başka ülkelerdeki hükümetleri devirmek için
komplolar, darbeler tezgahlar. Ama demokrasi havarisi kesilir. Ama bu sahte
demokrasi havarisi ülkenin başkenti Washington’un arka sokaklarında açık ve
sefalet kol gezer.
ABD’nin Ortadoğu politikası; bölgede
kendisine karşı olan devletleri ve güçleri susturarak zengin petrol
kaynaklarına el koyma stratejisi üzerine oturtulmuştur. Bu amaçla bölge
gericiliklerini kullanarak, halkları birbirine karşı düşmanlaştırır.
Böl-parçala-yönet politikası uygular. Çelişki ve çatışmaları körükleyerek
bölgeyi tümüyle hegemonyası altına almakta, bölge zenginliklerine el koymaktadır.
ABD’nin bu politikasından dolayı Ortadoğu; çatışmaların, savaşların sürekli
yaşandığı bir bölgedir. Bunun için Ortadoğu hep barut fıçısıdır.
Türkiye ise komşularıyla problemli bir
ülkedir. Kürt sorununu normal demokratik yollardan çözememektedir. Bunun için
ekonomik ve siyasal istikrarsızlık artmaktadır. Bunalım derinleşmektedir.
İçerde demokrasiyi uygulayamamaktadır. Emekçi halk kitleleri mutlu değillerdir.
Ekonomik olarak ABD’ye bağımlıdır. Ekonomik bağımlılık siyasi bağımlılığı
getirmektedir. Türkiye’yi yönetenler, ekonomik ve siyasi demokrasiyi
uygulamadıkları için, Türkiye’nin ABD’ye bağlanmasına ve onun politikalarına
alet olmasına neden olmaktadırlar.
ABD bölgenin tek hakimi olmak için;
Türkiye’nin geri kalmışlığını, ekonomik olarak güçsüzlüğünü ve Kürt sorununu
askeri yöntemle çözme anlayışını kullanmaktadır. Türkiye’nin bu tablosu ABD’nin
işine gelmektedir. Çünkü savaşta kullanmak üzere silah satın almak için ABD’ye
muhtaç duruma düşürülmüştür. Ekonomik ve siyasal olarak ABD’ye bağımlı hale
getirilmiştir. Aralarında problem yaşanan komşu ülkelere karşı müttefik aradığı
için ABD’ye muhtaç haline getirilmiştir. Her doğan çocuk milyarlarca lira
borçlu doğduğu için ABD’ye muhtaç durumuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Bu
sorunlardan dolayı ve Türkiye’yi yönetenlerin basiretsizliği yüzünden ülke ABD
politikalarına yedeklenmiştir ve bu bağımlılıktan da ancak halkçı ve
bağımsızlıkçı politikalarla kurtulabilir.
Türkiye egemenlerinin şiddet uygulayarak
çözme(me)ye çalıştıkları Kürt sorunu, ABD’nin Ortadoğu’ya daha çok yerleşmesi
için iyi bir fırsattır. Çünkü çelişki ve çatışma onun politikaları için iyi bir
zemindir. Bu çelişki ve çatışmayı kullanmaktadır. Irak’ın Kürt bölgesindeki
zengin petrol rezervleri ise ABD’nin iştahını iyice kabartmaktadır. Türkiye’nin
Kuzey Irak operasyonları ile Irak-Saddam çelişkisini buraya yerleşmek için
kullanmaktadır. Sorunu çözmeye değil, çözmemeye çalışmaktadır. Savaşın uzun
sürmesini hem silah tekellerinin çıkarı gereği, hem de yer altı ve yerüstü
zenginliklerine konmak için istemektedir. Aslında tüm tarafların çatışmalarda
zayıflayarak ona muhtaç hale gelmelerini istemektedir. Türkiye’nin sorunları
onun umurunda değil. Onun umurunda olan silah ve petrolden elde edeceği karlar
ve dünyaya hakim olma anlayışıdır. Aslında ABD’nin politikası ikiyüzlüdür.
Türkiye’deki ABD dostları hiç kaygılanmasınlar. Eğer Kürtleri desteklemesi onun
petrol çıkarlarına hizmet etse, gözünü kırpmadan Kürtleri de destekleyebilir.
Onun için önemli olan çıkardır.
İşte ben ABD’nin savaşa ve ana hizmet eden
politikasını protesto etmek için ABD elçiliği önüne gittim. Silah tekellerinin
Ortadoğu’yu kana bulama politikasına karşı çıkmak için, ABD’nin petrol için
halkları karşı karşıya getirme anlayışına karşı çıkmak için ABD elçiliği önüne gittim.
ABD’nin Ortadoğu pazarlarını ele geçirme politikasını eleştirmek, bölge
zenginliklerine el koymak için çevirdiği entrikalara karşı çıkmak için
oradaydım.
Bölgede süren savaşları körükleyerek, bu
arada Kürt sorununun çözülmemesi için ikiyüzlü politikalar güden ABD’nin
politikalarını benimsemek zorunda mıyız ? Biz emperyalizmin bu çirkin
politikasının yandaşı olmak zorunda mıyız ? Türkiye’nin ABD çıkarlarına alet
edilmesine sessiz mi kalalım ? daha çok kan akmasına seyirci mi kalalım ? Biz
Tansu Çiller, Erbakan, Mesut Yılmaz gibi düşünmek zorunda mıyız ? Ufak tefek
kırıntılar karşılığında Türkiye’nin daha çok kaosa ve bunalıma sürüklenmesine
destek olamazdık. Çünkü sonuçta, bunun faturasını bizler ödüyoruz, emekçi halk
ödüyor.
Sayın Yargıçlar,
Bizim
ABD’nin politikalarını protesto etmemizden dolayı tutuklu kalmamız çok acı ve
düşündürücüdür. ABD’ye karşı basın açıklaması yapmayı düşündüğümüz için
suçlanmamız bir talihsizliktir. Bu durum yargı sisteminin daha da zedelenmesine
neden olmaktan öte bir işe yaramayacaktır. ABD karşıtı olduğumuz için
karşınızda olmamızı izah etmek olanaksızdır.
Elimizdeki iddianame yanlışlarla ve
çarpıtmalarla doludur. Önyargıların ürünüdür. İddianame siyasi bir metin olup,
hukuki temelden yoksundur. Toplam yedi buçuk sayfadan oluşan iddianamenin(6)
sayfası kimlik bilgilerimize, iki sayfası ise suçlama ve isnatlara ayrılmıştır.
53 kişi hakkında düzenlenen bir iddianamenin suçlama kısmının iki sayfa
oluşunun nedeni, iddia makamında iddialara inanmadığını ve ciddiye almadığını
göstermektedir. Sadece genel ve yuvarlak değerlendirmeler yapılmış, isimlerimiz
sıralanarak genel suçlamalar yapılmış, kişilere yönelik değerlendirme ve
suçlamalar yapılamamıştır. Çünkü, iddia makamının kendisi suçlamaların doğru
olmadığını en iyi bilenlerdendir. Bir iddia şu: “sanıklar güvenlik güçlerinin
PKK’ya yönelik askeri harekatını protesto etmek amacıyla ABD elçiliği önünde
eylem düzenlemişlerdir”. Her şeyden önce bizim eylem düzenlediğimiz savı doğru
değildir. Herhangi bir eylem düzenlenmemiştir. Hiçbir eylem düzenlenmemiştir.
Hiçbir eylem düzenlenmemiştir. Ne basın açıklaması yapılmıştır ne çelenk
konulmuştur. Ben de dahil bütün sanıklar, basın açıklamasının yapılacağı yere
varmadan gözaltına alındık. Bu iddiadaki çelişki de şudur: Biz güvenlik
güçlerinin operasyonunu protesto edecek idiysek neden ABD elçiliği önüne
gidelim ? Amaç güvenlik güçlerinin operasyonunu protesto olsa, örneğin MSB ya
da Başbakanlığın önüne giderdik. Biz operasyonu ve Türkiye’nin Kürt
politikasını da eleştiriyoruz. Ancak bu açıklamada muhatap ABD idi. Yapılamayan
protestonun başka amacı yoktu.
İddianamenin temel yanlışlarından biri de
şudur: “Basın açıklaması ya da çelenk koyma eylemi HADEP öncülüğünde
alınmıştır” bu yanlış ve önyargıların ürünüdür. Bu karar aralarında HADEP’in de
bulunduğu onlarca sendika, dernek ve demokratik kitle örgütü tarafından ortak
alınmıştır. HADEP’in öne çıkarılması iddia makamının önyargısıdır. Bu iddia
resmi görüşün HADEP’e bakışını yansıtmaktadır. Resmi görüş, Türkiye’yi
yönetenlerin kendi sorumluluklarını gizlemek için muhalifleri suçluyor. HADEP
de haksızlıklara karşı çıkan bir parti olduğu ve tabuları yıkmaya çalıştığı
için HADEP ve HADEP’liler hedef tahtası haline getirilmiştir. HADEP bu düzenin
değişmesinden yanadır. Bu düzenden çıkarı olanlar da bunun için HADEP’e
saldırıyorlar. Kendi sorumluluklarını gizlemek için HEP’i, DEP’i, HADEP’i
yanlış gösterdiler, baskı uyguladılar. Bu politikanın sonucu Vedat Aydın,
Mehmet Sincar, Muhsin Melik ve 108 yöneticimiz katledildi. HEP-DEP kapatıldı.
HADEP kapatılmayla tehdit ediliyor. Parti binalarımız bombalandı. İl ve ilçe
yöneticilerimiz gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi, seçimlerde partimize
oy veren seçmenler tehdit edildi, sürgün edildi.
HADEP’liler resmi ideolojiye karşı çıkmanın
bedelini ağır ödediler. Ama bizim söylediklerimizin doğruluğu kanıtlandı.
“Köyler boşaltılıyor” dedik, bugün yöneticiler 3500 köyün boşaltıldığını kabul
ediyorlar. “Çeteler kurulmuş, insanları öldürüyor” dedik. Çeteler bugün kısmen
de olsa açığa çıktı. Davalar açıldı. Özel tim ve koruculuk tartışılıyor.
Artık Türkiye’de yaşanan olumsuzlukların
sorumluları ortaya çıktı. Sorunların Kürt sorununa yanlış yaklaşımdan
kaynaklandığı deşifre oldu. Sorunların kaynağının şiddet olduğu gün gibi
ortada. Çeteler bu politikanın sonucu oluşturulmuş. Bunlar bir çok faili meçhul
cinayet işlemişler. Hatta bazı devlet görevlilerini öldürmüşler, haraç
almışlar, esrar, eroin ve bazı silah ticareti yapmışlar. Bu olayların tümü
mahkeme zabıtlarına geçti. Bu çeteler ezan, bayrak, milliyetçilik edebiyatı
yaparak yasadışılıklar yapmışlar. Bunlara sarılarak ceplerini şişirmişler. Bu
olaylar her gün basın manşetlerine ve köşe yazılarına konu olmaktadır.
İddianameler dile getirilmektedir. Savaşta ısrar etmenin sonucudur bunlar. Tek
çözüm ise kanın durdurulması ve toplumsal barıştır.
Türkiye bu yanlış politika sonucu giderek
yoksullaşmıştır. Enflasyonun, köy boşaltmanın nedeni bu yanlış ğolitikadır.
Çürümenin, çeteleşmenin, mafyalaşmanın, nedeni Kürt sorununa demokratik çözüm
bulunmamasıdır. Günde ortalama 20 Türk ve Kürt gencinin hayatını kaybetmesi
bundandır. Türk ve Kürt anaların gözyaşları bunun için akıyor. Yürekler bunun
için yanıyor. Analar, babalar bunun için çocuksuz; çocuklar bunun için yetim
kalıyor. Türkiye bunun için yanıyor. Biz diyoruz ki, söndürülsün artık bu
yangın. Ne Türk anası, ne de Kürt anası ağlamasın. Ne asker, ne PKK’lı ölmesin.
Savaşa son verilsin. Akan kan dursun. Gözyaşları dinsin. Yürekler yanmasın.
Çocuklar yetim kalmasın. Türkiye yoksullaşmasın. Savaşa, silaha harcanan
paralar insanların mutluluğu için harcansın. Boşaltılan köylere yeniden
dönülsün. Ormanlar yanmasın. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü olsun. Anayasa ve
yasalar yeniden düzenlensin. Yargı gerçekten bağımsız olsun. Kimse bayrağın
ardına saklanarak cinayet işlemesin. Türkiye demokratik bir ülke haline
getirilsin. Kürt sorunu demokratik yollardan çözülsün.
İşte HADEP bunları söylüyor. Her yerde açık
açık söylüyor. Bu görüşleri yanlış bulanlar da özgürce eleştirsin. Ama bizler
bu görüşlerimizden dolayı baskı görmemeliyiz. Bizi tüm olumsuzlukların
nedeniymiş gibi gösterenlere şunu söylemek lazım: HADEP kaç gün iktidarda kaldı
? Kaç bakanlığı yönetti ki, HADEP sorumlu olsun ?
İşte iddia makamı bu görüşlerimizden dolayı,
benim biraz daha cezaevinde kalmam için HADEP’i öne çıkarmış. HADEP’i bunun
için eylemin düzenleyicisi olarak gösterme çabasına girişmiş.
Bir iddia da “Bizim sivil halkın ölümünü
değil, PKK’lıların ölümünü protesto eylemi düzenlediğimizdir”. Bu iddia da
doğru değildir. Hemen belirtelim: biz savaşa karşıyız. Barıştan yanayız. Karşı
olduğumuz savaşta, hem asker, hem PKK’lılar ölmektedirler. Bunlarla birlikte
siviller de ölmektedir. Savaşın durdurulmasından yanayız. Ne askerlerin, ne
sivillerin, ne de PKK’lıların ölmesini istemiyoruz. Bu karalaştırılan açıklama
ise, sivillerin ölmesinde rolü olan ABD’ye karşıydı. Çünkü her operasyonda
siviller de ölmektedir. Kuzey Irak’a yapılan son operasyonda da sivillerin
öldüğünü, operasyonu destekleyen Barzani açıkladı. Bu operasyona karşı AP ve
birçok ülke de karşı olduğunu açıkladı.
Sayın Yargıçlar,
Yakalandığı ileri sürülen dövizlere gelince;
ne benim, ne partimin bu dövizlerde yazılı sloganlarla bir ilişkisi yok. Bu
sloganlar partimizin programı, ideolojimiz ve üslubumuza uymamaktadır. Ben
şahsen bu dövizleri hiçbir zaman görmedim. Gözaltında polis dövizlerin
bulunduğunu söyledi. İlk defa burada duydum. Hiçbir partilimiz bu dövizleri
getirmez/getiremez. Halka açık herkesin gelebildiği bu tür yerlere kimlerin
gelip gittiği belli olmaz. Bu barışçıl ve meşru eylemlilikleri sabote etmek
isteyenler de olabilir.
Sayın Yargıçlar,
Bu güne kadar birçok protesto eylemi
gerçekleşti. Hiçbir gözaltı ya da tutuklama gerçekleşmedi. Oysa onlar
gerçekleşen protestoydu. Bizim açıklamamızın gerçekleşmeden gözaltına alınmamız
bir adaletsizliktir. Tutuklanmamız ise, hukukun açık ihlalidir. Daha önce
gerçekleşen ve hiçbir soruşturmaya uğramayan protestolara iki örnek vermek
istiyorum. Basından aktarıyorum: 23HAZİRAN Yeni Yüzyıl Gazetesi, “Azeri öğrencilerden
İran’a protesto” başlıklı haber şöyle devam ediyor: “Kendilerini genç aydınlar
hareketi olarak adlandıran bir grup Azerbaycanlı Üniversiteli İran’ı protesto
etmek amacıyla İran Konsolosluğu’na siyah çelenk bıraktı. Öğrenciler İran’ın
terörü desteklediği ve molla rejimini bölge ülkelerine yaymak istediğini
belittiler”. Aynı haber diğer gazete ve TV’lerde de yer aldı.28 Haziran
Hürriyet Gazetesi S.20 “DYP’ye siyah çelenk” başlıklı haber şöyle: “24 derneğe
üye kadınlar, yeni hükümeti kurma çalışmalarında DYP’nin tutumunu protesto
ederek DYP İzmir İl Başkanlığı’na siyah çelenk bıraktı, eyleme polis müdahale
etmedi”. Bu her iki protesto da izinsiz yapılmıştı.
Sayın Yargıçlar,
Karşımızda üç(3) olay var. Biri; Azeri
öğrenciler İran’ı protesto edip, elçili önüne siyah çelenk bırakıyorlar. SONUÇ:
Müdahale yok. Gözaltı yok. Tutuklama yok. İkincisi; Kadınlar DYP’yi protesto
edip, siyah çelenk bırakıyorlar. SONUÇ: Müdahale yok. Gözaltı yok. Tutuklama
yok. Üçüncüsü; Bazı parti, dernek ve sendika yöneticileri ABD elçiliği önüne
siyah çelenk koyma kararı alıyorlar. Sonuç: Binlerce polis yolları kesiyor.
Çelenk koyma ve basın açıklamasına müsaade edilmiyor. Yollardan 200’e yakın
insan gözaltına alınıyor. Bazılarına gözaltında işkence yapılıyor. Gözü kapalı
ifadeler imzalatılıyor. 49 kişi yedek hakimlikçe tutuklanıyor. İtiraz ve
tensiple 43 kişi serbest bırakılıyor. 6 kişi iki aydır tutuklu. Dava TCK
169’dan açılıyor. Bu açık bir çifte standarttır. Hukukun ihlalidir.
Ayrımcılıktır.
Şimdi soruyorum: Türkiye’de hukukun herkese
eşit uygulanmamasından kimler kazanır? Hukukumuzda İran gibi ülkelere karşı
yapılan protestolar yasak mı? ABD gibi emperyalist bir ülkeye karşı yapılacak
eylemlere, adalet dağıtması gereken hukukçuların, böyle tavır koymaları doğru
mudur? Bu tutuklama ile yargı bağımsızlığına daha çok gölge düşmedi mi? Bu
soruları iddia makamının yanıtlaması gerekir.
Sayın Yargıçlar,
Bundan da vahimi, bizler yedek hakim önüne
çıkmadan bir gün önce İçişleri Bakanı Meral Akşener imzalı bir genelge yayınladı.
11 Haziran tarih ve B.05.1.30.M,4.22.00.12 Kor.Br. 1150 sayılı gizli ibareli
genelge basına yansıdı. Genelge özetle şöyle: “Bu ay içinde Emep, HADEP, ÖDP,
SİP ile bazı kitle örgütlerinin protestolar düzenleyecekleri öğrenilmiştir.
Haziran ayında dernekler ve kitle örgütleri tarafından yapılacak tüm
gösterilerin yasaklanması ve polis zoruyla dağıtılması...” (15 Haziran
Milliyet. 16 Haziran Emek Gazetesi)
Bu tutuklamanın adı geçen genelgenin
yayınlanmasından sonraya rastlaması ile bir ilgisi var mıdır? Yoksa tutuklanmamız yönlendirme sonucu mu
gerçekleşmiştir? Bu soruların yanıtları da verilmelidir.
Yargı bağımsızlığına en çok ihtiyaç
duyulduğu bir ortamda bu soru işaretleri yargıyı zedelemekten öte bir işe
yaramayacaktır. Yargının gerçekten bağımsız olması bizim temel istemimizdir.
Ancak savcılar ve hakimler yüksek kuruluna, aynı zamanda bir politikacı olan
Adalet Bakanı’nın ve Müsteşarı’nın üye olmaları yargıya büsbütün gölge
düşürmektedir. Anayasa Mahkemesi Başkanı bile yargının bağımsız olmadığını
söylüyor. 29 Haziran tarihli Radikal gazetesinde Özden şöyle diyor: “Ben
yargının bağımlı olduğunu söylemeye utanıyorum. Ama bağımsız da demiyorum”
DGM’lerin ise çağdaş hukuk normlarına aykırı olduğu, siyasi mahkemeler olduğu
konusunda hukuk otoritelerinin görüşleri biliniyor. DGM’lerin siyasi kararlar
veren mahkemeler olduğu görüşüne katılıyoruz. Ancak bu durumun şahıslarınızla
bir ilgisi olmadığını da biliyoruz. AİHK geçenlerde şöyle bir karar verdi:
“DGM’ler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bağımsız ve tarafsız yargılamayı
güvence altına alan 6. ve düşünce özgürlüğünü güvenceye alan 10. maddesine
aykırıdır” (Yeni Yüzyıl G. 21 Haziran S-5)
Bu davada tutuklu kalmamızın nedeni
yukarıdaki nedenlerin yanında birde polisin düzmece ifadeler düzenlemesidir.
Bazı sanıklara gözü kapalı ifadeler imzalatılmıştır. Sadece bir örnek vermek
istiyorum. Zozan Barik 55 yaşında bir kadındır. Okuma-yazma bilmez. Türkçe’yi
doğru düzgün konuşamaz. Zozan Barik polis ifadesinde sözde şöyle diyor: “Terör
örgütünü övücü sloganlar attık...ABD elçiliğine siyah çelenk koyduk...TSK’yı
tahkir ve tezyif edici sloganlar attım... Dövizlerle protesto ettim...KDP’yi
işbirlikçi olarak niteliyorum... PKK’yı da aynı zamanda desteklemiş
oluyorum...” Sayın yargıçlar; bu ifadeler bir insanın kendi iradesiyle vereceği
ifadelere hiç benziyor mu? Çelenk koyma gerçekleşmediği halde, Zozan Barik’in
ifade tutanağına “Çelengi biz koyduk” yazılması ifadelerin düzmece olduğunu
kanıtlamıyor mu? “PKK’yı da aynı zamanda desteklemiş oluyorum” cümlesi polisin
sanıklar hakkındaki düşüncesini anlatmıyor mu? Türkçeyi zar-zor konuşan ve
okuma-yazma bilmeyen biri “tahkir, tezyif” kelimelerinin anlamını bilir mi?
Peki öyleyse, bu kadın anlamını bilmediği sözcükleri nasıl kullansın? Bundan da
belli ki, bu bir senaryodur. Ancak acemice yazılmış bir senaryodur.
Sayın Yargıçlar,
Tüm bu olumsuzlukların temel nedeni devleti
kutsal sayarak, onu eleştirenleri “düşman”, “hain” olarak görme anlayışından
kaynaklanmaktadır. Neyse ki, bu kadar çürüme ve yozlaşmaya rağmen hala hukuka
saygılı, evrensel ölçülere bağlı insanlar var. Böyle düşünen yargıçlar da var.
21 Temmuz tarihli Yeni Yüzyıl Gazetesi’nden Neşe Düzel Yargıtay 4. Ceza Dairesi
Başkanı Sami Selçuk’la bir röportaj yaptı. Sami Selçuk şöyle diyor: “Devlet
kutsal olamaz. Devlet hukuku, kendi düşüncesi ve inancı için kullanırsa
zorbalaşma başlar. Devlet düşünceler karşısında yansız olmalıdır. Devlet beni
istediği biçime sokamaz. Türkiye’de kamuoyu bağımsız yargının farkında değil.
12 Eylül’den hesap sorulmalı. Bu bir onur meselesidir. Suç gizlilikte işlenir.
Gizlilik kaldırılırsa, suç azalır. Anayasamız meşru değildir. Memurin muhekemat
kanunu kalkmadığı sürece devlet yıpranmaya devam edecek”. Sami Selçuk
T.Cumhuriyeti için şunları söylüyor: “Suçluları koruyan bir devlet durumuna
düşüyor. Suçluları koruyan bir devlete ise kimse saygı duymaz... AİHM’de davası
en çok olan ülkeyiz”. İşte bir yargıcın feryadı’
Sonuç olarak; aynı gün bizimle birlikte
200’e yakın insan gözaltına alındı. Hukuki durumumuz aynı olduğu halde 49’umuz
tutuklandık ve daha sonra doğru bir kararla 43 kişi salıverildi. Bizim de
salıverilen arkadaşlarımızdan hukuki olarak hiçbir farklılığımız yoktur. Ben
HADEP İl Başkanıyım. Benimle beraber tutuklanan kurum başkanı arkadaşlarımız
hukuki bir kararla salıverildi. İl Yöneticilerimiz salıverildi. Ben neden
tutukluyum?
Gerçekleşmeyen basın açıklaması ve çelenk
koyma fikrimiz gerekçe gösterilerek tutuklu kalmamız adaletsizliktir. Basın
açıklaması ya da çelenk koymaya teşebbüs diye bir suç tanımı yoktur. Tutuklu
kalmamı gerektirecek hiçbir hukuki neden yoktur.
Yapılmayan bir açıklamanın herhangi bir
örgüte yardım veya destek diye nitelenmesi olanaksızdır. Açıklama gerçekleşme
bile bir düşünce açıklama metodu olurdu.
Yasal bir parti olan HADEP’in İl Başkanıyım.
Adresim belli. Karartacağım herhangi bir delil yoktur. Tutukluluğumun
kaldırılmasını ve tahliyemi talep ediyorum.
Kemal OKUTAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder