SAVUNMA-3
BAYRAK
İNDİRDME DAVASINA İLİŞKİN SAVCININ MÜTALAASINA KARŞI YAPTIĞIM SAVUNMADIR
(1) NO.LU
DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA
ANKARA
Konu : Mütalaaya yanıt
Dosya No : 1996/80
Sayın Yargıçlar;
Genel Başkanımızın savunmasına katılıyor,
suçlamalarla ilgili görüşlerimi özetliyorum.
İddia makamı iddianamedeki görüşlerini
mütalaasında da tekrarlamaktadır. Bu görüş ve düşünceler siyasi içerikli olup
resmi ideolojinin eseridir. Resmi ideoloji red ve inkara dayanmaktadır. Ki,
akan kanın, gözyaşının, işkencelerin insan hakları ve hukuk ihlallerinin ve
Kürt Sorununa şiddet yöntemiyle çözüm aramanın ideolojik temelini
oluşturmaktadır. Oysa toplum bu kendine güvensiz ve yasalarla koruma altına
resmi ideolojiyi çoktan aşmıştır. Ancak yasalar henüz bu değişime uygun hale
getirilmediğinden, hukuka göre değil, yasalara göre karar verenler, çok büyük
haksızlıklara ve meşru olmayan uygulamalara neden olmaktadırlar. “Türkiye
Türkler için biçilmiş dar bir gömlektir” görüşü de siyasi bir görüştür ve resmi
ideolojinin başka bir biçimde yansımasıdır. Ortada dar bir gömlek varsa o da yönetenlerin
ezilenlere giydirmeye çalıştıkları gömlektir. Yoksa dar gelen coğrafi sınırlar
değildir. Bu söz aynı zamanda Türkiye’de Türklerden başka kimsenin yaşamadığı
anlamına da gelmektedir.
Oysa Türkiye’de kaç etnik yapının bulunduğu,
bunların nerelerde yaşadıkları, nasıl yaşadıkları, gelenek, görenek ve
kültürlerinin nasıl olduğu sosyoloji biliminin konularıdır. Hukuk alanına
girmezler. Aslında iddia makamı bizimle hukuktan başka her şeyi tartışmakta,
hukuku tartışmamaktadır. İddianame ve mütalaa ekonomi, sosyoloji, siyasi
konulardan oluşmaktadır. Örneğin; savaş ve barış siyasi konulardır. Ve
siyasiler karar verirler. Türkiye bütçesinin ne kadarının nereye harcanması
gerektiği ekonomistlerin ve siyasetçilerin ilgi alanındadır. Eğer iddia makamı
bu görüşlerini hayata geçirmek istiyorlarsa istifa edip, kendine en yakın
partiye girerek bu görüşlerini savunmalıdır. Politika yapmak onun da hakkı. Ama
savcılık makamı politika yeri değildir.
Bırakalım iddialarını, iddia makamında
oturan savcının hukuki konumu tartışmalı ve şaibelidir. Adalet Bakanlığı
usulsüzlük yaptığı gerekçesiyle hakkında soruşturma başlatmıştır. Kendi amiri
durumundaki DGM Başsavcısı ise, basından öğrendiğimize göre; polisle
çalıştığını, bundan dolayı hukuku uygulayamadıklarını ve disiplinsiz olmasından
yakınmaktadır.
Esasen usulsüzlüğü başından bu yana
davamızda yapmıştık. Şöyle ki; yetki ve sorumluluğunu aşarak HADEP’in tüzel
kişiliğini suçlamıştır. Soruşturma başladıktan sonra, davamız hakkında medyaya
beyanlarda bulunmuştur. Soruşturmanın yasal süresi bittikten sonra soruşturmayı
sürdürmüştür. Emanetindeki kasetlere ekler yapılmış, deliller karartılmıştır.
Hukuku bu kadar ayaklar altına alan bir savcının iddiaları ne kadar inandırıcı
olabilir? Kendi amirleri bile hakkında şikayetçi olduklarına göre, hukuki
değerlere bağlı kalmasının güvencesi olabilir mi?
Sayın Yargıçlar;
Yasalar sürekli değişkendir, günün
ihtiyaçlarına göre yapılırlar. Ama öyle anlar gelir ki, toplumun ihtiyaçları
değişir ve eski yasalar meşru olmaktan çıkarlar. Bu durumlarda hukuk adamları
genel hukuk ilkelerine göre karar vermelidirler.aksi halde kararları
tartışıldığı gibi, adalet duygusu da zedelenir. Esasen genel hukuk normları her
zaman yasalardan önde gelirler.
Eski başbakanlardan Menderes ve arkadaşları
idam edildi. Daha başından itibaren kararın meşruluğu tartışıldı. Deniz GEÇMİŞ
ve arkadaşlarının idam kararı halkın vicdanında onaylanmadı. Ve birkaç yıl önce
başbakan Süleyman DEMİREL “...O çocuklar şimdi o suçları işleselerdi birkaç
yılla kurtulurlardı” dedi. DEP Milletvekilleri ve Manisalı öğrencilerin
yargılanmaları da barış, huzur ve güvene hizmet etmedi ve hukuki olmayan
kararlar olarak tarihe geçtiler. Toplum vicdanında meşru olmayan bu gibi
kararlar, Türkiye’nin çağdaş dünya içinde yer almasının önünde engel olmaktan
öte bir işe yaramıyor.
İddia makamı mütalaasında “Misak-ı Milli
sınırları içinde federasyon ve Kürtçe eğitim
hezeyanlarına yer yoktur”
denmektedir. Bu görüşe yine kendisi bir hukukçu olan Anayasa Mahkemesi eski
üyesi Yılmaz ALİEFENDİOĞLU yanıt vermektedir. SP kapatma davasında yazdığı
karşı oy yazısında ALİEFENDİOĞLU şöyle demektedir: “Türkiye 1990 yılında
imzaladığı Paris Şartıyla ulusal azınlıkların, etnik, kültürel, dil ve dinin
korunacağını, ulusal azınlıklara mensup kişilerin bu kimliklerini ayırıma tabii
tutmaksızın ve yasa önünde tam bir eşitlikle beyan etmeye ve korumaya ve
geliştirmeye hakkı bulunduğunu güvence altına almıştır... Kürtlerin dillerini,
kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme haklarının bulunduğunu
söylemenin” devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak anlamına
gelmez”.
İşte kürtler ALİEFENDİOĞLU’nun belirttiği
hakları kullanamadıkları ve kendilerine baskı uygulandığı için mutlu
değillerdir. Yönetiminden memnun olmadıklarını söylemektedirler. Kürtlerin
mutlu ve memnun olmamalarının sorumluluğu Kürtlere yüklenemez. Bundan
yönetenler sorumludur. Kürtlerin memnun olmamalarının nedeni, demokratik
kurallar içerisinde yönetilmemelerindendir. İnsanların evleri başlarına
yıkılırsa, dilleri, şarkıları yasaklanırsa, 250 TV kanalı varken, bir TV kanalı
bile çok görülürse, köy meydanlarında coplanırsa, temsilcileri hapse atılırsa,
dışkı yedirilirse, ezilirse, horlanırsa, sürgün edilirse insanlar memnun
olmazlar. Bu memnuniyetsilik karşısında şiddet uygulamak çare değildir. Tek
çare demokrasiyi işletmektir.
Bakınız BM insan hakları evrensel
bildirgesinin önsözünde ne diyor? “İnsanın istihdat ve baskıya karşı son çare
olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için, insan haklarının bir hukuk rejimi ile
korunması bir zarurettir”. Demek ki, insan hakları uygulanacak, demokratik
kanallar sonuna kadar açılacak, asimilasyon ve inkardan vazgeçilecek ki,
insanlar mutlu ve memnun olabilsinler. Aksi halde bunalımın sorumlusu siz
olursunuz.
Türkiye’nin ceza kanunlarını aldığı
İtalya’da bugün şiddete başvurulmadığı sürece
ayrılmayı bile savunmak suç
değildir. Demokrasinin bir ilkesi olduğu için vurguluyorum. Yoksa Kürtler
birlikte yaşama iradelerini her zaman ortaya koymakta, ayrılmanın yerine eşit
ve özgür koşullarda birlikte yaşamanın daha doğru olduğuna inanmaktadırlar. En
gerçekçi çözüm de budur.
Bugün artık yönetimler güçlü ve savaşkan
ordularıyla, yiğit ve üstün ırk olmalarıyla değil; eşitlik, özgürlük ve
demokratik değerlere bağlılıklarıyla övünmektedirler. “Asarım, keserim, yok
ederim” edebiyatı ve üslubu yerine “hoşgörülüyüm, insan haklarına saygılıyım,
toplumu iyi yönetiyorum, hukuka bağlıyım” edebiyatı ve üslubu yerleşmiştir ve
kabul görmektedir.
Sayın Yargıçlar;
Kişi olarak hukuki durumum şöyledir:
1- Gizli
belgeler çıkarıldığında geriye bir hiç kalacak olan iddianamede örgütün sair
efradı olduğum iddiası mütalaada tekrarlanmaktadır. Ancak bu iddiaya kanıt
olarak kongre delegelerince seçilmiş olduğum görevlerim ve yasalara göre
kurulan partilere üyeliğim ile konuşmalarım gösterilmektedir. Bundan dolayı bu
iddia gayri ciddidir.
2- Suçun
işlendiği tarih olarak 95 Haziran ile 23 Haziran 1996 tarihleri arası
gösterilmektedir. Oysa ben bu tarihler arasında, HADEP il başkanlığı süreci
olan 12 Mayıs-23 Haziran 1996 tarihleri arası(yani 37 günlük süreç hariç)
dışında, eski konuşmalarımda “bölücülük” olduğu savıyla cezaevindeydim. Aynı
dönemde İstanbul 3. No.lu DGM hakkımda TCK 168/2 maddesinden dava açtı ve
beraat ettim(karar daha önce sunulmuştu).
3- HADEP
Ankara il başkanlığım 37 gün sürdüğüne göre, esas olarak HEP ve DEP’li olmamdan
dolayı benden intikam alınmak istenmektedir.
4- Kurultayda
cereyan eden olaylardan, kongreyi düzenleyenlerin sorumlu olmayacakları hukuki
bir kuralken, ben o dönemde kongre kararı veren PM Üyesi de değildim.
Kurultayın başkent olmasından ötürü Ankara’da yapılmış olması, Ankara il
başkanı olarak bana ayrı bir sorumluluk yüklemez. Edirne, Şırnak, Diyarbakır...
55 il başkanının hukuki konumu neyse(ki bunların hiçbiri hakkında başlatılmadı)
benim de hukuki konumum aynıdır
5- Bayrak
indirme olayı yaşandığı an salon dışında, ev sahibi il başkanı olarak
delegelerin ihtiyaçlarıyla ilgileniyordum. İçeri girdikten sonra da diğer
arkadaşlarımla birlikte gerekli girişimlerde bulunduk ve kurultay normal
gündemine döndü.
6- Olayın
içinde bulunduğuma veya yardım ettiğime dair bir resim, bir görüntü, bir tanık
ve en küçük bir kanıt yoktur.
7- Daha
gözaltına alınmadan(ki gözaltı tarihi 31 Haziran 1996 tarihi iken, 24 Haziran
1996 olarak gösterilmiş) 28 Haziran günü MED TV’deki panele telefonla şunları
söyledim: “Biz bayrağın yerine asılması için müdahalede bulunduk. Ama kitle
psikolojisiyle astıramadık. Bayrak indirme olayını benimsemedik, onaylamadık.
Bunların hepsi provakasyondur”. Yani bu sözleri cezaevi tehditi yoktur.
8- Esasen
dosya içerisinde bulunan savcılık emrinden anlaşıldığına göre, ben ve diğer il
yöneticisi arkadaşlarım, il binasında yapılan usulsüz aramada bulunduğu iddia
edilen delegeler gerekçe gösterilerek göz altına alındık. Bu tür belgeler DGM
arşivlerinde bile bulunabilir. Halka açık olan binamıza bu belgelerin nasıl
girdiği de bilinmez, faxımıza ise uluslar arası görüşmeye açıktır. Bu
belgelerin içeriğinde suç unsuru bulunsa bile binamızda bulunmaları suç teşkil
etmez. Bu belgelerin hukuki değeri yoktur.
9- Hukuki
durumu benimle aynı olan il yöneticilerimiz daha önce salıverildiler. Ve TCK
168/2 maddeden dava açılanlardan tutukluluğu devam eden sadece benim.
10- Hükümet
komiseri beni uyardığını söylüyor. Bu doğru değildir.
11- Konuşmalarımın
içeriğinde suç unsuru olmadığı gibi, suç kastım da yoktur. Kaset çözüm talebim,
davanın sonucuna bir etkisi olmayacağı gerekçesiyle, heyetinizce red
edilmiştir. Bundan konuşmalarım göz önünde bulundurulmayacağı anlaşıldığından
içeriğine değinmiyorum. İddia makamı da önceki savunmalarım geçerlidir.
12- Bırakalım
evrensel hukuk ilkelerini değişmesi gereken yasalar bile uygulansa idi, bir gün
dahi cezaevinde kalmazdık.
Sonuç olarak: Bayrak indirme olayıyla
ilgimizin olmadığı tüm dosya kapsamından açık açık anlaşılmaktadır. TCK’nın 168
maddesinde yazılı suçları işlediğimize dair hiçbir kanıt olmadığı gibi 169.
maddeyi ihlal ettiğimize dair en küçük bir emare de yoktur. Bu mütalaaya göre
cezalandırılmamız hukuken mümkün değildir. Yargılanmamızın esas nedeninin
bunlar olduğuna inanmıyorum. Çünkü bayrağa saygısı olmayan bizler değil, bu
ülkeyi be hale getirenlerdir.
Bizce yargılanmamızın esas nedeni;
demokrasiden, özgürlüklerden, eşitlikten ve barıştan yana oluşumuzdur. Akan
kanın durmasını savunmamızdır. Bunları savunmak suçsa ben bu suçu yaşamım
boyunca işleyeceğim. İnsanların bileklerine kelepçe vurulabilir ama yüreklerine
ve beyinlerine asla... saygılarımı sunarım.
Elmadağ Cezaevi
Kemal OKUTAN
ANKARA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder